Ayyaş Buda
Hastaydım, aslında hastaydım demek biraz hafif kalır, ölümün omuzlarıma
çöktüğü lanet bir komadaydım ve neler olup bittiğine dair en ufak bir fikrim
bile yoktu!
Bir haftadır yaşlı şifacı kadının beni iyileştirmek için söylediği
korkunç ilahiyi dinlemekle cezalandırılmıştım sanki. Yanakları neredeyse
omuzlarına kadar sarkan, bıyıkları bir erkeğinkinden daha gür, mavi gözlerinde
anlam veremediğim bir gizem taşıyan yaşlı şifacı kadın, yanına yaklaşılmayacak
kadar kötü kokuyordu ve dişsiz ağzının içi Nepal’in batı tarafına oyulmuş Chitwan
mağaraları kadar derin ve karanlıktı. Çoğu gece ilahiler dökülen ağzının içinde
kaybolan küçük insanların olduğunu düşünmeden edemiyordum. Kulak verenler
sessiz gecelerde kadının üzerinden gelen silik haykırışları duyabilirdi. Küçük
dağcılar karanlık ve öldüresiye kötü kokan mağaranın içinde bir yerlerde gün
ışığını yakalamak için hayatlarıyla oynuyorlardı ve belki de bunu benden başka
bilen kimse yoktu!
Baş belası Fred eğlence düşkünü, sorumsuz, fazla içen ve her yerde bela
çıkaran biriydi; onunla seyahate çıkmak patlamaya hazır bir el bombasını
donunuzun içine sokup kalabalık bir kulüpte dans etmeye benzerdi! Fakat orada, Burma
sınırlarındaki bir köyde sıkışmamızın sebebi bu sefer Fred değildi; kesinlikle bendim!
Köye gelişimizin ertesi günü kutsal sayılan bataklığının içinde köylülere
çaktırmadan pervasızca gezinirken bir anda Fred’in kollarına düşüvermiştim.
Bunu nasıl anlatabilirim bilemiyorum ama bedenimden hızla çıkıp gökyüzünde
salınmaya başlamıştım aniden. Bir tüy kadar hafiflemiş beynimin içinde olanlara
mantıklı açıklamalar getirmeye çalışıyordum. Rüzgârın her esişinde ya da rengarenk
kuşların içimden her geçişlerinde yok olmamak ya da oraya buraya savrulmamak
için yoğun çaba harcıyordum ve kendimi kontrol altında tutmayı tam iki günde
öğrenebilmiştim.
Köye ilk gelişimizi hatırlıyorum da, öyle bir ilgiyle karşılaşmıştık ki
M.J ölmeseydi ve hayranlarına sürpriz yapıp Times meydanına çıkarak bağıra
bağıra şarkı söylemeye başlasaydı bile bize karşı gösterilen ilginin yanına
yaklaşamazdı buna emin olun!
Gece olduğunda hasır bir sedyeyle köyün ortasına getiriliyor, neredeyse
ateşin içine düşecekmiş gibi ona yakın yatırılıyordum ve daha sonra ayine
başlanıyordu. Hatta birkaç gün önce ateşe o kadar yakın yatırılmıştım ki eğer
bir gün uyanabilirsem yanan saçlarım için epey olay çıkaracağıma kuşkum yoktu.
Olay çıkarmak aslında Fred’in tarzıydı ama bu durumda ben de biraz
Fredleşebilirdim!
Deliler gibi dans eden şifacının koca memeleri bir o yana bir bu yana
savrulurken küçük dağcılar çığlıklar atıyor, köy halkı birbirleriyle gayet uyumlu
sağa sola sallanıyor ve piç kurusu Fred hiçbir şey yapmadan sürekli getirilen
birayı içiyordu. Benimse oradan oraya
sürüklenmek ve Nepali adamların arasında uçuşmaktan başka yapacak bir şeyim
yoktu. Her gece yeni bir umutla iyileşeceğim anı bekliyor ama sürekli avucumu
yalıyordum!
Köy insanlarının getirdiği sert Nepal birası, karanlık gecenin içinde
savrulan ilahiler eşliğinde Fred’in boğazından iniyor ve ruhunun derinliklerine
ulaşıyordu, bunu görebiliyordum. Sorumsuz, sadece kendini düşünen Fred’in
bedenimi orada bırakıp ayrılmamasının tek sebebinin bedava Nepal birası
olduğunu düşünmek beni çok ama çok korkutuyordu. Fred Nepal birasının olduğu kâseyi
alıyor ve içine kimseye çaktırmadan kuork otu atıyor, böylece hem daha çok kafa
oluyor hem de kötü ev birasının tadını kendince güzelleştiriyordu. Bunu köy
halkına göstermeden yapıyordu çünkü getirilen içkiyi beğenmeyip onu
değiştirmeye çalışmak büyük kabalık sayılıyordu.
Uyanmadığım 8. gün aynı şeyler tekrarlanırken köy insanlarının her geçen
gün Fred’e biraz daha farklı baktıklarını fark ettim. Sanki ondan çekiniyor,
birayı ona uzatırken korkuyorlardı. Yaşlı şifacı bile Fred’e korkarak bakar
olmuştu ama nedense bunu Fred bir türlü fark edemiyordu.
Yaşlı şifacı çıplak bedenime çamur sürüyor, orama burama boncuklar
takıyor ve deli gibi ilahiler haykırıyor ama Fred kendi kendine Sweet Home Alabama şarkısını
mırıldanmaktan başka bir şey yapmıyordu. İğrenç Fransız aksanıyla mırıldanıyor
ve duyabilen her kulağa acı veriyordu. Bedenime tekrar kavuşabilirsem Fred’i
saatlerce yumruklayacağıma emindim, onu dövecek ve bataklığın içine gömecektim!
Gece çöktüğünde Fred kafayı çoktan bulmuş, yanında oturan insanlar ondan
uzaklaşmış ve şifacı kadının korku dolu bakışları Fred’in üzerinde dolanmaya
başlamıştı. Havada süzülürken bir
şeylerin ters gittiğini fark ediyordum. Sonumuzun, ismini daha önce hiç
duymadığımız bu kasabada geleceğine emindim artık.
Yaşlı şifacı
kadın uzun süren sessizliğini bozup sonunda konuştu.
“Kimsin sen yabancı?”
Fred elinde tuttuğu kâseye baktı. Bira dolu kâsede kendi suratına
gülümseyerek baktığını görebiliyordum. Her şeye rağmen nasıl da içten gülümsüyordu
piç kurusu!
“Ben Ayyaş Buda’yım,” dedi birden ve gülmeye başladı. Havada rahatsızca
süzülürken köy insanlarının ve yaşlı kaçık büyücü kadının bir anda Fred’in
üzerine atlayacağını ve onu parçalara ayıracağını düşünürken bir anda hepsi
yerlerinden kalktılar ve korka korka geri çekilmeye, Fred’den uzaklaşmaya
başladılar. Fred’in kafayı o kadar iyiydi ki, olanların farkına bile varmamıştı
ve gülmeye devam ediyordu.
“Sen… sen… gerçekten…” dedi kadın kekeleyerek.
“Buda bizi cezalandıracak,” diye haykırdı kalabalıktan biri. “Yeniden
dünyaya gelmiş,” dedi bir diğeri. Çamurla ve renkli boncuklarla kaplı olan
bedenim korkak köylülerin ve aptal Fred’in arasında anlamsızca uzanıyordu o
sıra!
“Fred birayla dolu kâseyi bir dikişte bitirdi ve yenisini almak istemiş
gibi onu havaya kaldırdı. Ayyaş bir Buda’dan çok kendinden geçmiş zavallı bir
kral gibiydi ve kölelerinin ona taze bira getirmesini bekliyordu. Köylülerden
biri korkarak yanına geldi ve kâseyi alıp kayıplara karıştı. Yaşlı şifacı
yavaşça Fred’in yanına yaklaştı.
“Sen gerçekten yüce Buda mısın?” diye sordu sesi heyecandan ve korkudan
titreyerek. Fred, kadının mavi okyanusları andıran gözlerinde kayboldu bir
süre. Sarhoş olmuştu ve uyumak üzereydi.
“Bunu daha yeni mi anladın?” diye sordu kadına. Kadın korkudan titredi,
elindeki tüylü sopayı bırakıverdi ve Fred’in ayaklarına kapandı. Ona
hayatlarını bağışlaması için yalvarıyor, yaptıklarının bir daha
tekrarlanmayacağını haykırıyordu. Fred gerçekleşen saçma olaylar yüzünden biraz
olsun ayılabildi ve bu kesinlikle hoşuna gitmemişti.
“Sen neden bahsediyorsun be kadın?” diye bağırdı ayaklarını okşayan
kadına. O sırada birası geldi ve siniri hatırı sayılır derecede azaldı. Dolu kâseyi
ağzına dayadı ve kana kana içmeye başladı.
“Bir daha insan yemek yok,” dedi kadın. Fred bunu duyar duymaz ağzındaki
birayı dışarı püskürttü ve korkuyla ağaya kalktı. Ben ise sanki bir elma kadar
ağırdım artık. Yavaş yavaş alçaldım ve yere konuverdim. Deli köylülerin
arasında özel bir günde yenmek için ayrılmış, uzuvlarıma takılmış rengarenk
boncuklarla dolu bedenime bakıyordum. Şekerle kaplı bir yılbaşı ağacı gibiydim,
noel babanın midesine oturacak az pişmiş bir hindiydim!
“İnsan yemek mi?” diye sordu Fred kendi kendine ayakta durmakta zorlanırken.
“Elinizde varsa ben de tadına bakabilir miyim?” diye sordu sonra aptalca. Fred
hep yeniliklere açık biri olmuştu ama durum söz konusu olduğunda mantıklı
kararlar alabilen biri olduğunu söylemek pek de mümkün değildi.
Bu soru beni çileden çıkardığı kadar köylüleri ve şifacı kadını da
şaşırtmıştı. Ben o sıra zikzaklar çizen Fred’e yumruk atıyor, ağzıma gelen
küfürleri haykırıyordum. Ama ne ona zarar verebiliyordum ne de sesim herhangi
biri tarafından duyuluyordu. Dünyadaki en çaresiz ve şanssız insan olduğumu
düşündüm ve o an ağırlığım iri bir karpuz kadar olmuştu!
“Efendi Buda bizimle alay ediyor,” dedi şifacı ağlayarak. Neyse ki
birilerinin aklı yerindeydi yoksa boncuklar ve çamurla servise gönderilecektim.
Ağızlara layık bir Nepal yemeği; hafif ateşte közlenmiş gerzek turist!
Fred tam kadına karşı çıkacak ve insan etinin tadını gerçekten merak
ettiğini söyleyecekken kadın tekrar konuşmaya başladı ve o konuşurken köylüler
Fred’in önünde yerlere kadar eğilmişlerdi. Bu sahne kesinlikle hayatımda gördüğüm
en saçma anlardan biriydi. İşe yaramaz, alkolik ve kendini bilmez Fred bir anda
tanrı oluvermişti!
“Sizi her gün zehirlemeye çalıştık ama bir gün bile etkilenmediniz efendi
Buda. Bu zehir çok güçlüdür. Dostunuz ilk gün içtiği bira sayesinde derin bir
uykuya daldı. Biz de onu… o… uykudayken… taze taze yiyebilecektik.”
Ağırlığım metrelerce uzanan bir tır, bulutlara uzanan bir gökdelen
gibiydi!
“Siz etkilenmediniz. Bunu ancak yüce bir ruh yapabilir ve siz bize Ayyaş
Buda olduğunuzu söylediniz. Siz efendi Buda, bizi affedebilecek misiniz?
Yaptıklarımız için bizi cezalandırın ama yeter ki bizi affedin efendim.”
Buda rolüne kendini kaptırmış Fred olanlara anlam vermeye çalışmadan
karakterine bürünmeyi seçti. Yerde ona secdeye varan kalabalığın arasında bir
süre sessizce dolandı ve sonra yaşlı, pis kokan şifacının başına elini koydu.
“Öncelikle bana biraz daha bira getirin, ben de cezanızı düşünmeye
başlayım evlatlarım, benim zavallı insancıklarım.” Fred’in üzerine atlıyor ama
onu tutamıyordum. Suratına, taşaklarına yumruklarımı sallıyor ama havanın
içinde yok oluyordum.
“Unutmadan, dostumu iyileştirmeyecek misin?” diye sordu sonunda.
Yaşlı kaçık şifacı hemen ayağa fırladı ve Fred’in kirli ayaklarını öpmeye
başladı. O sırada bira geldi ve Fred her zamanki gibi kalabalığa arkasını dönüp
kuork otunu biranın içine boşalttı. İşte tam o anda beynimden vurulmuşa döndüm.
Hafızam beynime tokatlar atıyordu. Kuork otu güçlü bir zehir çözücüydü ve aynı
zamanda iyi bir tatlandırıcıydı. Bu otu veren dostumuz Pachupati otun yararları
hakkında adeta bir konferans vermişti bize birkaç hafta önce.
Neyse ki Fred’in otu kullandığını kimse görmedi ve Fransız piç kurusu
sağa sola sallanırken birasını içmeye devam etti. Yaşlı kadın pis elini ağzıma
soktu ve dilimi dışarıya çıkarttı. Her ne kadar bedenimde olmasam da kusma
hissi vücuduma doldu ve ağırlığımı iki katına çıkarttı. Dilime bir şeyler
sürmeye başladı. Her şey kararmadan önce Fred’in bir köylüye ayaklarını
yıkaması için bağırdığını duymuştum.
Kendime geldim ve zor da olsa ayağa kalktım, artık ağırlığım koca bir
dünya kadardı. Önümde eğilen insanların arasından yalpalayarak Fred’e
yaklaştım. Rengarenk vücudum adeta ışık saçıyordu. Beyaz kıçıma çizilen
resimler insanların sanattan soğumasına yol açabilirdi. Fred kollarını açıp beni
kucaklamak için yaklaşırken kalan son gücümle ona öyle bir yumruk attım ki
ikimiz de farklı yönlere savruluverdik.
Fred ayyaş Buda’ysa eğer, ben de onu yumruklayan adamdım! Ben, Buda’nın
dişlerini döken ışıltılı servis tabağıydım!
Göktuğ Canbaba
Dünyanın Öyküsü Ağustos-Eylül sayısı 2012