14 Mayıs 2010 Cuma

Yol Sohbetleri -mucize getiren-




“Şimdi sen söyle gogo,” dedi Fred gökyüzüne bakarak. Yolculuğumuzun bilmem kaçıncı gününde atlın saçlı tarlanın üzerinde yatıyorduk ve o an evlerimizden çok ama çok uzaktaydık. “Hangi yıldızı seçiyorsun?”
Yıldız tahmin etmece oyunu sonsuz evren, ben ve Fred arasında gerçekleşen bi antlaşmaya dayanıyordu aslında; onu basit bir oyundan daha öte bir noktaya taşımıştık günler geçtikçe. Bizim, yani göçebe turistlerin gece soğuğundan, türlü böceklerden ve karanlığın ürperten şarkısından korunmamıza bi şekilde yardımcı oluyordu bu oyun. Ayyathuya’dan yola çıkalı birkaç gün olmuştu ve şimdiden kaybolmuştuk. Gece yine çok karanlık, yıldızlar çok parlak ve biz çok sarhoştuk…

“Senin gökyüzündeki yıldızlar da birbirlerinin peşinden koşuyorlar mı Fred?” diye sordum geceye sırıtarak. “Eğer sadece benimkiler böyle yapıyorlarsa kişisel evrenimde bir sorun olduğunu düşünmeye başlayacağım!” Fred güldü. Başının altına destek yaptığı ellerini oldukları yerden çekti ve onları gökyüzüne uzattı; sanki yıldızları teker teker toplayacakmış gibi. “O kadar uzaklar ki şu an, yakında olsalar kıçlarına iki tekme atar ve onları oldukları yere çivilerdim!”

Gündüz, başakların arasına karışmış esrarengiz kokular rüzgâr estikçe ayyuka çıkıyor, kalan son yudum içkimiz ise şişenin içinde midemize ineceği zamanı iple çekiyordu. Sonsuzluğun ortasında uzanmış, gecenin içinde iyiden iyiye küçülmüş gözlerimizle evreni izliyorduk. Düşündükçe ne de ilginç geliyordu evrenden sonsuz kat daha küçük olan gözlerimizin aslında onu izleyebilecek kadar büyük olması!

“Eee dostum söylemeyecek misin?” diye sordu tekrar Fred. “Hangi yıldızı seçiyorsun?” O an evrenin içindeki kısa süreli yolculuğumu tamamlayıp cevabı söyleyiverdim bir anda. “Batıdaki en büyük dağı görüyorsun değil mi, işte onun karlı doruğuna tünemiş yıldızı seçmiştim,” dedim. “Bilemedin,” dedi Fred umutsuzca ve kalan son yudum sert Nepal viskisini fondipledi. Boğazı epey yanmış olmalıydı. Gözlerini kapadı ve dişlerini göstererek garip bir ses çıkardı. Kapı gıcırtısı ya da bi yere kuyruğunu sıkıştırmış zavallı bi köpek gibi bi ses çıkarıdı. “O zaman mucize bu sefer de gerçekleşmeyecek dostum,” dedim umutsuzca. Eğer tahmin ettiğim yıldızı bilseydi küçük yol oyunumuza göre mucize de gerçekleşmiş olacaktı. Bu evrenin sivilceli suratında oynadığımız ve bizzat onun noterliğinde gerçekleşen bi oyundu; yıldızı bilmemiz halinde mucize de gerçekleşecekti. Fred’le geçirdiğimzi onca soğuk ve tehlikeli gecede belki de bu mucize fikri bize ışık olmuştu. Bizi etrafımızdaki her şeyden koruyor ve sabahın ağır aksak ilerleyişini hızlandırıyordu sanki.

“Sıra sende,” dedim Fred’e. İçkinin tamamını bitirmiş olduğunu görüyordum ama yine de ona kızmamıştım. Öğlen bi yak öküzü tarafından boynuzlanması epey canını yakmıştı ve bacağındaki yara yüzünden hâlâ topallıyordu. Kısacası Fred’in içkiyi bitirmeye benden çok daha fazla ihtiyacı vardı. Şişmiş ve ufalmış gözleriyle bana baktı. Serseri suratı yorgun ve umutsuz görünüyordu. Belki de bu bilinmez yolculuk ikimizi de gereğinden fazla yormuştu. “Bu sefer bileceğim ve mucize gerçekleşecek,” dedi hafif hafif öksürerek. Bi şey söylemedim. Evrenin sivilceli suratındaki hangi sivilceyi seçeceğini bilmek loto kazanmak ya da bi uçak kazası geçirmek kadar zordu ne de olsa!

Fred sessizliğini korudu. Bu yıldızı seçtiği anlamına geliyordu. Yolculuğumun başbelası, sürekli sorun çıkaran adamı şimdi kendi sorunlarının içinde mucizeyi bekliyordu. “Kutup yıldızının çaprazındaki yıldızın altındaki üçüncü yıldız,” dedi birdenbire. Serseri herif bilmişti; Bu olanaksız bir şeydi ama olmuştu işte! Karanlığın içinde gözlerimiz sayamayacağımız kadar yıldız görürken Fransız piç kurusu hangi yıldızı seçtiğimi bilmişti. Peki şimdi ne olacaktı?

“Üzgünüm dostum,” dedim birdenbire. Sanki her şey öylesine bir anda gelişmişti. Kötü günler geçiriyordu, yorgundu ve içtiği sert içki sayesinde uyumak üzereydi. Kısacası mucize diye bir şeyin olmadığını tadacak durumda değildi. “Bir gün…bir gün…evrenin…” diye mırıldandı kendi kendine ve gözlerini kapadı. Rüzgâr yine soğuk soğuk esti. Başaklar boyunlarını eğdiler ve öyle kaldılar. Sanki önemli birisini selamlarmış gibi..Hafifçe doğrulup neler olduğuna baktım. Gördüklerimi anlamlandırmam biraz uzun sürdü. Gökyüzü yanımıza inmişti ya da biz bir anda yukarıya çıkmıştık bilemiyorum ama bildiğim tek şey evrenin bizi o an kucaklamış olmasıydı. Fred’i ayağımla dürttüm sertçe. Gözlerini açtığında ne boynuz yarasını ne de bacağındaki yarayı hatırlıyordu. Evren sözünü tutmuştu. Mucize gerçekleşmişti. Milyonlarca yıl önce sürüklendiğimiz yerde, herhangi bir yıldızın kalbindeydik ve koca evren ayaklarımızın altındaydı. Rengarenk nebulaları, asteroid kuşaklarını ve yaşayan diğer galaksileri görebiliyorduk. Hepsi yanımızdaydı. Daha önce görmediğimiz binbir renkle örülü evren etrafımızda dans ediyordu ve biz o an gelmiş ve gelecek olan her varlığın sesini duyabiliyorduk sanki. Yaşamışlar ve yaşayacak olanların kahkahaları arasındaydık. Mucize işte buydu; tümün içinde bir, birin içinde tüm olmaktı... O an Fred'in aptal suratının ne hale geldiğini görmek isterdim açıkçası ama evren ayaklarımın altında dururken Fred'in suratına bakmak sizce de mantıksız olmaz mıydı?

yazan:göktuğ canbaba
fotograf

Bunu sevdiyseniz aşağıdakilere bitersiniz!

Related Posts with Thumbnails