22 Aralık 2011 Perşembe

Romanlarım İdefix.com'da kısa bir süre %30 indirimde, kaçırmayınızzz








Ozanın Şarkısı ve Tılsım-ı Kudret İdefix.com'da %30 indirimde pek saygıdeğer beyefendiler ve çok tatlı hanımefendiler.. Duyuyorum ki hâlâ bazı bey ve hanımlar romanlarımı edinmemiş. O zaman idefix'in fırsatını kaçırmayın derim.. Bu iki kitabı almak yerine sevgilisinin evine bi şişe şarapla gitmek isteyen pek değerli arkadaşlara da kesinlikle sinirlenmem merak etmeyin.. Hatta onlara da güzel bi gece dilerim, öperim..


İndirimli Ozanın Şarkısı

İndirimli Tılsım-ı Kudret

Tercihini Şaraptan yana kullanmak isteyenler

25 Kasım 2011 Cuma

Kıtalar henüz birken bütündük de aramıza denizler, ağaçlar girince mi sizli bizli olduk peki hanımefendiler?

Milyonlarca yıldır şu dünyanın üzerinde sonsuz sayıda ayakizi bırakmamıza karşın insanoğlu olarak aslında bir adım bile atamadığımızın zaman zaman farkına varıyorsunuzdur elbet. Varamıyorsanız zaten diyecek bi şey yok. Ama benim anlamadığım şey şudur abiler: Pangea'dan bu yana nasıl oluyor da gerçekte hiç adım atmayı başaramadık?!! Eğer dünya insanları olarak yaşantımız gerçekten de bir iki uzaylı veledin sınav kağıdından ibaretse sikerler böyle sınavı ama! Tamam yeşil uzaylı çocuk sınıfta kaldın ve artık çırpınmayı bırak. Yok et hepimizi ve sen de kabul et dünyayı değiştiremeyeceğini! Biz buyuz işte! Eğer şişman yeşil uzaylı müdüre para falan yediriyorsan da sktir git lütfen. Dünya varolduğundan beri toprakana sonsuz şekilde tecavüze uğradı biliyorsun. Artık yeter diyorum be yeşil oğlum.

Kıtalar henüz birken bütündük de aramıza denizler, ağaçlar girince mi sizli bizli olduk peki hanımefendiler? Yüzlerce yılda bir, kimi topraklarda pek güzel adamlar doğar bilirsiniz ve hepsi de der ki "Ulan birsiniz işte yok birbirinizden bir farkınız." ama nedense kaç yıl geçerse geçsin üzerinden bu kafalar işte bunu bir türlü anlayamıyor.

Bazen düşünüyorum ağaçlarla konuştuğum, hayvanlarla beraber uyum içinde yaşadığım bir dünyayı. Ütopyalara inanırım çünkü gerçeği şekillendirmede birebirdirler.

Hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yokmuş ve konuşmadan sessiz sessiz akıyormuşuz dünyanın kalbine. Konuşmanın ne kadar anlamsız olduğunu anlamışız ve yaşayan her şey bir diğerini hissetmeye başlamış çok ama çook derinden. Sonra televizyonu bi açıyorum ya da bi gazete alıyorum aman aman. yine ölümler cinayetler, tacizler falanlar filanlar. Ulan gerizekalı insanlık, aya adam göndermekle, marsın olmayan suyunu çıkarmakla, 500e basa otomobiller yapmakla ileri gitmiş olsaydık ne sana basan bir başka insan ne de arka sokakta açlıktan ölen komşun olurdu. Bana sakın son 50 yılda çok ilerledi şu insanoğlu demeyin ağzınızı burnunuzu dökerim aşağı yemin ediyorum.

Politikacıların ne bok olduğunu anladığınızda ve suratlarınızdaki o leş kokan çamur tabakasının ardındaki gerçek teninizi gördüğünüzde ne köprülerde yürümeye ne dağa çıkmaya ne de birilerini kötülemeye ihtiyacınız olacak bence.

Şunu da söylemeden geçmemek isterim ki, aşağıda gördüğünüz fotoğraflardaki insanlar aynı dünyadan değiller. Birileri bu dünyanın ölümcül sıvılı hıyarları ama diğerlerinin hangi dünyadan olduklarını kestiremiyorum. Biliyorum bazılarımız başka dünyalardan düştük buraya ve diğer kafası az çalışan ölümcül aptallarla yaşamak zorundayız ne yazık ki. Onlarla nefes almak ve yemek yemek zorundayız. Sevişmek ve işemekle yükümlüyüz biliyorum ama yine de diyorum ki: Dünyada 2 farklı insan türü var, bu çok net. Birisi insan; ölümcül, nefret dolu, sevgisiz ve yok etmeye aç. Diğerinin ne olduğuna henüz karar veremedim ama "bi şey" olduğunu biliyorum. Bi şey ki kokusu mide bulandırmıyor ve geçince arka sokaktan, insanın huzurla gülümseyesi geliyor.

Çok konuştum hatta bazılarınız yazıyı okumaktan sıkılıp resimlere daldı. Hiç önemli değil abiler. Siz güzel olmaya bakın ve yüzünüzü her zaman temizleyin.

öperim hepinizi..





































Göktuğ Canbaba 2011

Paylaş

10 Kasım 2011 Perşembe

ADKKDAİGBYKGFM ile ilk karşılaşmamdı ve beni işe alması için neredeyse delirecektim




....“Türk televizyonlarında yayınlanan dizilerdeki oyuncuların ve onları seyreden izleyicilerin 1 haftada akkıttığı gözyaşı miktarının olimpik bir havuzu dolduracak kapasitede olduğunu düşünüyorum ve eğer mümkünse bu fantastik havuzda sırtüstü stilinde olimpiyatlara hazırlanmak istiyorum,” dedim ADKKDAİGBYKGFM’ye (Aptal dizilerde kendini kaybeden daha aptal insanların gözyaşlarıyla beslenen yarı klorlu gözyaşı fabrikası müdürü.)

ADKKDAİGBYKGFM bi süre mal gibi suratıma baktı. Mal gibi bakmayı tüm o kötü kokan sulu dizilerden öğrenmişti. Gerekirse bir anda ağlayabilir ve içinde bulunduğumuz odayı küçük ölçekli bir bebek havuzuna dönüştürebilirdi. ADKKDAİGBYKGFM küçük ölçeklerden çok iyi anlardı.

“Başvurunuzu alayım,” dedi sessizce. Elimdeki buruşuk kağıtları müdüre uzattım. Ağlamaklı gözlerinden süzülen bakışlar kağıdın üzerinde bir süre dolandı. Normal dizi uzunluğu formatını 5e katlayan bu güzide çalışmalar boşa gitmemeli, diye düşünüyordum içimden. Bu dizilerden elimizden geldiğince faydalanmalıydık. Hem takıma girebilirsem belki bi şekilde para falan da kazanabilirdim. Tüm o boktan dizilerin üzerinde sırtüstü stilinde yüzebilirdim, hatta aşırıya kaçıp gülümseyerek havuza bile işeyebilirdim yüzerken. Hayat bazı zamanlar bana çok anlamlı geliyordu.

“Aradığımız özelliklere sahip misiniz bilemiyorum,” dedi müdür hayli duygulu bi şekilde, sanki bıraksam halime acıyıp oracıkta ağlayacaktı piç kurusu.

“Tabii ki sahibim,” dedim. Aslında bi boka sahip değildim. İnsanların bir şeye sahip olma düşüncesi bile midemi fazlasıyla bulandırıyordu ama yapacak bi şey yoktu. Paraya ihtiyacım vardı, sırtüstü yüzmeyi seviyordum ve tüm o sulu diziler boşa gitmemeliydi.

“O zaman sizi en azından bi süre deneyelim. Bir haftada kolayca biriken göz yaşı havuzunda 12 gün yüzün. Antrenörümüz sizin canınıza okuyacak ama eğer sizde aradığımız aptallık kırıntılarını fark edebilirse takımdasınız demektir, ordan da vel elini olimpiyatlar tabii ki!”

Sevinmiştim ne yalan söyleyeyim. Belki de artık her şey çok daha güzel olacaktı. Belki de anlam, şişman veya zayıf, çalışkan veya tembel ya da güzel veya çirkin olmasını umursamadığım kendini bilmez insanların gözyaşlarıyla doldurulmuş aptallık havuzunda gizliydi. Yüzümde sakat bir ifade belirdi ve ağlamaya başladım. Bu ADKKDAİGBYKGFM’nin çok hoşuna gitmişti. Belli ki sınavdaki ilk soruyu gidiş yolundan tutarak kundeye getirmiştim ve muhtemelen sonraki sene olimpiyatlardaydım...

öperim hepinizi...

Göktuğ Canbaba

başı ağrıyan bir Kasım akşamı 2011

Paylaş

18 Ekim 2011 Salı

Dünyanın üzerine rastgele savrulmuş karşılıksız hediye çekleriyiz!





Belki de hayat denilen ve geçimini tombalayla sağlayan şakacı adamın yırtıklarla dolu kadife torbasının içindeki şans kuponlarından sadece biriyiz. Biz, dünyanın üzerine rastgele savrulmuş karşılıksız hediye çekleriyiz!

öperim hepinizi...

göktuğ canbaba


fazla yemekten midesi şişmiş bir ekim akşamı '2011

7 Ekim 2011 Cuma

Buganwari Ekspresi




Buganwari Expresi'nde, etrafımdan hızla geçen ağaçları, bambudan yapılmış küçük evleri, besili inekleri ve sabahın ilk ışıklarını yutmaya çalışan doğu simli böceklerini izleyerek oturuyordum. Günlerdir trendeydik ama sanki hiç yol almamıştık; geçtiğimiz her yer birbirine benziyor, ikiz kasabalar farklı bir yere gittiğimizi anlamamıza engel oluyordu. Buganwari Expresi sanki zamanda ve mekanda yerinde sayıyordu! Nepal birası ise sabah sabah çok iyi gidiyordu inanın. Aslında akşamdan kalma olduğumuzu düşündüğümde sabah birasının tadı hayli gece kokuyordu diyebilirim. İçki o kadar ucuzdu ki rengimiz arpa sarısına, kokumuz ise mayalanmış inek dışkısına dönmüştü. Sabahın kör saatinde servise devam eden Jundaa isimli kadın bile bana güzel gelmeye başlamıştı o kadar içkiden sonra.

Kozmik soruların, bilgeliğin ve sonsuz yolculuğun tanrısı Ganesha’nın resmiyle süslü mavi yeşil masa örtüsü ellerimizin altında kıpırdanırken, Fred o gece içtiği 9 kutu birayı üst üste koymaya çabalıyor ve her devrildiğinde Fransızca küfür edip bizi güldürüyor, Alman Heloise en çok birayı kendisinin içtiğini kanıtlamak için Jundaa’ya kimin ne kadar içtiğini soruyor, İtalyan Terra ise yavaş yavaş uykuya dalmaya hazırlanıyordu. Aydınlanan gök, bize boşalan akıllarımız ve kızaran gözlerimiz için bol bol küfür ediyor olmalıydı. Ama kim ne derse desin, yolculuk biraz da küfür yiyince güzel oluyordu!

Yerimden kalktım ve iki kompartıman arasında bi sigara yaktım. Açık olan kapıdan dışarısı görünüyor ve rüzgar elimde tuttuğum sigaranın dudaklarına yapışmaktan çekinmiyordu. O an yaşlı Haruesna’nin zırvalarını hatırladım. Gecenin en parlak anında Ganesha’nın ortaya çıkıp yaşlı ormanlarda dolandığından ve onu görebilenlerin dileğinin gerçekleşeceğinden bahsetmişti birkaç gün önce. Haruesna çok bilge bir adamdı ve yaşına rağmen fantastik hayaller kurmaktan kendini alamıyordu belki de. Tam bunları düşünürken Haruesna’nın yeşil gözlerinden aşağı süzülüp beyaz sakallarının arasından yol alıp gerçeğe sürüklenirken, mavi bir parıltı oldu dışarıda. Korkudan mı heyecandan mı yoksa içtiğim onca ılık biradan mı bilmem, bacaklarım hareket edemedi. Daha sonra kendimi toparlayıp bir iki adım attım ve kafamı hızla giden trenden dışarı çıkardım. Saçlarım uçuşuyor, gözlerim doğu simli böceklerine çarpıyordu ve ben gittikçe uzaklaşan mavi bir siluete bakıyordum. Trenin karanlık bir tünelin içine girmesiyle ben de kendimi içeri atıverdim. Her yer karanlığa gömüldüğünde, aklım Ganesha olması muhtemel mavi pırıltıda kalmıştı. Baungvari denen yaşlı kaçık beynimin içinde dans ediyor ve dilek dilemem için kıçını yırtıyordu. Ama böyle hikayelerin gerçek olma ihtimalinin, evrenin bir erişte tabağında servis edilme ihtimali kadar olduğunu biliyordum. O yüzden aklıma gelen ilk şeyi dileyiverdim. Ne de olsa gerçekleşmeyecek bir dilek olcaktı, yani problem yoktu.

Etraf bir anda aydınlandı ve biranın köpüğüyle güzelleşen Jundaa karşımda beliriverdi. Milyoner olmak, evrenin sırlarını keşfetmek, bilinmeye sarılmak dururken ben Junda’yla sevişmeyi dilemiştim. O an içtiğim tüm Nepal biraları ağzıma doldu ve oradan dışarı çıkıverdi ama tüm bu iğrençlik Jundaa’nın umurunda bile değildi. Kadının Chitwan mağaralarını andıran karanlık ağzının içinde kayboldum. Uzun zaman önce o mağaranın içinde yitip gitmiş dağcıların haykırışlarını duyabiliyordum. Etrafta kazma ve kürekler vardı, yürüyüş ayakkabıları ve sırt çantaları saçılmıştı dört bir yana. Karanlık beni sarmaladı. Sabah olduğunda bir daha içmeyeceğime dair yeminler edecektim. Eğer o gece o tehlikeli mağaradan çıkabilirsem belki de bir daha hiç içmeyecektim!!

öperim hepinizi...

Göktuğ Canbaba

küçük bi kediyi tişörtüne saran sıcacık bir ekim sabahı 2011

8 Eylül 2011 Perşembe

bu ay Level ve Tersninja'dayım kim bilir bi dahaki ay neredeyim belki de sarelleyim

Bu ay Level Dergisi'de Ertuğrul Süngü'ye Tılsım-ı Kudret'i anlattım. Romanın çıkış serüveni, okuyucuyla buluşması ve içeriği hakkında söyleştik :) Level dergisi raflarda gezinmektedir alırsanız okursunuz daha ne söyleyeyim. Gerçi resmi indirirseniz de okuyabilirsiniz sanırım. O parayı biraya veririm, bilgisayardan da okurum derseniz saygı duyarım. Belki yanına bi de saigara yakarsınız, sonra dudaklarınız yardımıyla minik yuvarlaklar çıkarırsınız falan. Eğlenceli olabilir gibime geliyor...



Dün de Alper Kaya ile yaptığım röportaj Tersninja da yaynlandı. Keyifli bi sohbet oldu. Okurken baya eğleneceksiniz, öğreneceksiniz falan filan. Efenim, işte geçmişe geleceğe, romanlara, çizgi romanlara, uzak doğuya, yakın batıya, gizliye saklıya dair şeyler bu röportajda. Ben bi göz atın derim. Zaten Tersninja çok keyifli bi sitedir. Sinemaya dair pek güzide bilgiler, haberler barındırır içinde. Hadi benim röportajı okumadınız bari gidip siteyi dolaşın eşeklik etmeyin. Siteyi dolaşırken yine bir bira açabilir, sigarayla yuvarlaklar çıkarabilirsiniz. Hatta belki sonra viski shotlara döner, açılamadığınız hatunu ya da adamı ararsınız. Melankoli yapmayın ama koca adam oldunuz artık, gidin sevişin koklaşın falan.Sonra belki o adamla buluşur ve güzide bir ilişki yaşarısnız. Belki evlenip boy boy çocuklar verirsiniz dünyaya. eğer bu dediklerim olursa o çocuğun ismi ninja olabilir bak, unutmayın.
Dünya döndükçe siz de onun tersine aynı hızda dönün, böylece ayakta kalabilmek daha kolay olur..

öperim hepinizi... ayakları uyuşmuş bir eylül akşamı 2011

3 Ağustos 2011 Çarşamba

top patladı, sokaklar boşaldı ve uslu çocuklar bayat pide yedi




*Top patlamasına alışamadım henüz. Bence toplar patlamadan daha güzel. Sessiz topları daha çok seviyorum ben. Kendi kendine usul usul oturan toplar en eiyisi hatta. Top patladığında çok sinirleniyorum. Topu patlatan bence arka mahalledeki atletli ve çizgili pijamalı Hilmi amca. Elinde ekmek bıçağı var ve karısıyla iyi sevişemiyorlar. İşte topun patlama sebebi kesinlikle bu. Kötü sevişme yani. Top patlayınca bi anda titriyorum ve anında bi küfür sallıyorum. İstemsizce oluyo tüm bunlar. Bu aylarda küfür kalitem çok yükseliyor. Bu iyi bi şey mi bilemiyorum.

*Reklamlarda dedesi ve ananesiyle kola içen güler yüzlü çocuktan da hiç hoşlanmıyorum. Bana mutlu ramazan ıvırzıvırı resmetme sarı saçlı oğlan çocuğu. Hoşlanmıyorum senden sarı saçlı çocuk beni iyi duy! O reklam filmi çekildikten sonra setteki karıyı kızı düşünüp tuvalete kapandığına da şüphem yok. Sonra diğer reklam filmi çekilirken o ellerle bi de ananeye sıcak pide bölüyosun ya bu kötü oğlum! Bu çok kötü sarı oğlan! cehennem+inanç+cayır cayır+kazan+odun+vs..

*Açlıktan birbirlerini yemek zorunda kalan kutup ayılarını bize mutlu mutlu kola içerken gösteren zibididen de hoşlanmıyorum. Bu zibidi büyük ihtimalle çok ama çok uzak bir galakside falan değil, bildiğin yanıbaşımızda bi mekanda paranın mna koymuş durumda. Sen sen ol zibidi bir daha bize yalan söyleme. Kutup ayıları asla kola içmez, gökyüzü senin resmettiğinden daha mavidir ve can çekişen dünya düzeni içinde yeterince saçma şey var. Bence sen bu dünyaya fazlasın.

*Bu ayların en güzel yanı sıcak pide ve iftar saati boşalan sokaklar sanırım. Sokaklar yeri geldiğinde çok iyi boşalıyor! Eğer siz de uslu bir çocuk olursanız zevkle boşalan sokakların sesini duyabilirsiniz...

öperim hepinizi...

28 Temmuz 2011 Perşembe

Sen hiç Gandi’nin 38 kalibrelik Smith Wesson’uyla vuruldun mu bebeğim?




Sen hiç Gandi’nin 38 kalibrelik Smith Wesson’uyla vuruldun mu bebeğim?
Ben vuruldum.
Mermiler kötü bir şiir gibiydi inan.
Çok acı veren, sarıya çalan dişleri vardı mermiciklerin ve hiç susmayan, çürümüş bilge bir ağzı vardı Gandi’nin.
Belki de onu vuran silahla beni mıhladığı içindi tüm bu karmaşa, kaos ve onca dedikodu.
Ter kokulu bir kalabalık vardı, Gandi beni vurduğunda.
Akşam olmak üzereydi ve hiç çocuk yoktu sokakta.
Hiç düşünmeden, öylece vuruvermişti beni piç kurusu.
Ölüydüm uzun zamandan sonra.
Yaşasaydım şair olmak isterdim oysaki.
Çok içki içer ve hep kelimelerle sevişirdim.
Belki de Gandi ondan daha iyi bir şair olacağımı sezdiği için vurmuştu beni.
Bilirsiniz şairler sevmezler iyi şiir yazanları ve hep öldürmek isterler birbirlerini.
Belki de 38 kalibrelik gümüş rengi Smith Wesson’uyla beni vurmasının tek sebebi kötü bir şiir yazmak istemesiydi Gandi’nin.
Kötü bir şiir yazacak ve bir daha asla ölmeyecekti.
Kötü bir şiir ancak ölülerle yazılabiliyordu demek ki.

öperim hepinizi...

temmuzun son günlerinin garip perşembesi 2011 göktuğ canbaba

24 Temmuz 2011 Pazar

küçük bi kediyle dünyayı turlamaya başladım




Dün gece bi kediyle tanıştım. İsmi pamuk ya minnoş değildi. Cızbız ya şıpşıp da değildi. İsmi bi boka benzemiyodu aslıda ve zaten bu toz toprak dolu hikayede isimlerin pek bi önemi yok. O yüzden siz aklınıza gelen ilk ismi seçin ama lütfen minnoş ya da pamuk olmasın. Biliyorum yazının başında sizi yönlendirdim ama lütfen diyorum işte. 3. sınıf Amerikan filmlerinde de sıkça söylendiği üzere "sihirli kelimeyi kullandım ahbap!" bana yamuk yapmayın.

Siz tatlı uykunuzun bilmem kaçıncı basamağındayken ben ara sokaklardan arakladığım eski bi motosikletle dünyayı turlamaya başlamıştım. Kucağımda ismi lazım olmayan kediş vardı ve çok iyi devletbahçeli taklidi yapıyordu. Ciddiyim. Çok saçma biliyorum ama yapıyodu işte. "Altı milyon işsisoşşiissıo," diyodu ve beni her virajda gülmekten kırıp geçiyodu.

Yukarda hikaye falan dedim ama avcunuzu yalarsınız. Bu bi hikaye değil ona göre.

İnanılmaz d.b taklidi yapan kedişle dünyayı dolaştım!! Çöllerde falan kaybolduk, suratım yandı, ateş içinde uyandım ve buz gibi su içtikten sonra Basted'e (Eski Mısır'ın kedi tanrıçası) yalvardım "Lütfen," dedim, "beni rüyaya geri gönder." Ve hoop, gittim de. Çöller yerine hafif soğuk bi havada boş arazilerde tekrar hayat buldum; sanırım içtiğim soğuk suydu buna sebep. Neyse, işte Eyfel kulesinin çevresinde 7 tur atıp hacı olduk; şarap hacıları! O eski motorla 180'i gördük, hem de Venedik'in dar sokakalrında!!! Kathmandu'nun kırsallarında tekerimiz patladı ve nepallilerle sigara içip tekeri tamir ettik. Hatta bi nepallinin Tarkan'dan şıkıdım şıkıdımı söylemesi bile bize çok garip gelmedi ve kedişin d.b taklidi onları da epey güldürdü. Bir çok ölüm tehlikesi atlattık ama bana mısın demedik. Hatta Peru'ya bile uzanan çok ama çok ilginç bi yola daldık. Kediş Eldorado'yu bulması gerektiğinden falan bahsediyordu en son. Sonra uyandım.

Üzerimde toz toprak yoktu. Terlemiştim. Çarşaf yerdeydi. Yanımdaki masanın üzerinde içi boş 70lik cin duyordu. Nane kokusu salonu kaplamıştı. Gözlerimi kapadım ve Basted'e tekrar yalvardım ama bu sefer olmadı. Mutfaktan gelen sucuklu yumurta kokusu rüyaya dair her şeyi sikip attı. Ama yine de mutluydum be abi. Ciddi ciddi on, on beş ülke gezdim. Hayatımda gördüğüm en gerçekçi rüya değildi belki ama gerçek olmasını istediğim fazlasıyla hayal dolu bir serüvendi. Demek ki yatmadan önce tekel cini birazcık abartmam gerekiyormuş. şerefe!

öperim hepinizi..

14 Temmuz 2011 Perşembe

s*ktiğimin sol teli






Önce sol teline vurdu…misisolrelaminin solüydü vurduğu. Sol teli her zaman işleri yoluna koyardı ne de olsa. İşleri yoluna koyacak bir şeyler söylerdi siktiğimin sol teli. Bekledi… telin çıkardığı tınının hayatını daha güzel kılmasını diledi. Dünyanın bir ucundaydı. Ayakları okyanusun göğüslerinin arasındaydı ve okyanusun çok çekici göğüsleri vardı…

Sol teli türlü kıvrımlardan, dar sokaklardan, dumanlı odalardan, tuvalet kokulu arka bahçelerden, aldatılmalar ve aldatmalardan, kanlı tükürüklerden, şişmiş dudaklardan ve kötü kokan iç çamaşırlarından oluşan hayatın içinde titredi uzun bir süre. Ağır aksak yürüdü. Hiç konuşmadı ama. Sadece yürüdü ve titremeye devam etti. Uzun zamandır yatıştırıcı almamış bir deli, çok üşümüş bir evsiz, sevgilisinden yeni ayrılmış üzgün bir bağımlı, midesi sürekli ağrıyan ağlamaklı bir şair gibi titredi. Sol teli titredi mi gerçekten bir sorun var demekti. Belki de sol teli gerçekten de bir teldi. Dikenli bir teldi sol. Kaçmaya çalışırken sizi kıçınızdan yakalayan, uzaklaşmamanız için dudaklarınızı parçalayan ve kanınızla beslenen bir asalaktı.

“Düşünsene,” dedi sol teli. “Dünya sen olmadan var olamaz. Sensiz bir dünya aslında olmayan bir dünyadır demek istiyorum yani. Hayat senin göz kapaklarının arasında, kirpiklerinin bitim noktasındadır. Her şey sen nefes aldığın sürece vardır. Sen gözlerini kapattığında dünyanın hâlâ nefes aldığını sana kim söyleyebilir ki?”

Sol teli ağır konuşurdu. Yaşamın içindeki düzenbazlıklardan, sürekli akan çatılardan, tıkanan tuvaletlerden, sarhoş olup kavga çıkaran ahmaklardan, dayak atmaktan hoşlanan şehir ışıklarından, radyonun içindeki büyülü kadınlardan ve bitmeyen savaşlardan bahsederdi. Sol teli gerçeklerden bahseder ve titrediği zamanlarda hiç yalan söylemezdi.

Dünyanın kirpiklerinin arasında olduğu düşüncesi az da olda içini rahatlatmıştı. Gözlerini kapayıp dünyanın ölmesini izledi, yoksa kendini öldürecekti. Sonra gözlerini açtı ve dünya tekrar doğdu bir şekilde. Hiç yaşlanmamış ve hiç gençleşmemişti dünya doğduğunda. Mutlu oldu. Gülümsedi. Sol teli ağır konuşmuştu, konuşurken titremiş ve tükürüklerini okyanusun göğüslerinin arasında püskürtmüştü, dikenli çıkıntılarıyla kumsalın bacaklarını kesmişti belki ama yine de doğruydu söyledikleri. Dünya onundu. O öldüğünde dünya da yok olacaktı! O halde kendisini dünyanın bir ucundaki kumsala gömmesinin ne anlamı vardı ki? Tüm dünyanın ölümünü izleyecek kadar titreşime sahip olmadığını düşündü. Dünyanın en doğusunda başlayan ve en batısında sona eren kirpiklerini sonuna kadar açtı ve sol teline tekrar dokundu; misisolrelaminin sol teline. İşler şimdilik yolundaydı, herkes hayattaydı…

Dünyanın bir ucundaki kumsalda oturup okyanusunun 96 numara göğüslerini dikizleyen adama ithaf edilmiştir.

şunu da belirtmeden geçmemek lazım. Alice in Chains ne güzeldir ya!

öperim hepinizi...
görsel

29 Haziran 2011 Çarşamba

vapurda ölüm pornosu



Yer: Efsanevi 9:15 vapuru Saat: 9:24 İstikamet: Kadıköy-Eminönü Durum: Kötü, Çok kötü

“Sence bunu da sandığa kaldırayım mı abi?” diye sordu Bülent. Bülent değişik bi adamdır. Çok incedir ve bir hayli uzundur. Yani benden bile uzun işte, siz tahmin edin gerisini. Ama Bülent’in anlaşılmazlığı uzun ve ince olmasıyla açıklanamaz kuşkusuz; sihirli sandığına sevdiği şeyleri tıkma özelliği birçok sorunun cevabını bize söyleyebilir. Mesela Bülent sıkı bi fantastik edebiyat okuru olmasına rağmen LOTR’un son kitabını okumadı. Onu sandığa kaldırdı. Çok sevdiği Alice in Chains’in bir albümünü dinlemeden sandığına attı. Hastası olduğu bir yazarın en çok beğenilen kitabını da okumadan kaldırıverdi sandığa. Yani demem o ki Bülent rahatsız biri. O, dünyanın sonu için saklanan tohumları kuzeyin bilmem neresine gömmekle görevli çılgın bir bilim adamı gibi... Dediğine göre 60ına gelince sandığını açıp en çok sevdiği şeyleri orada bulmak ve onları taze taze tırtıklamak büyük mutluluk olacakmış. Peh! 60ında hâlâ aynı zevklere kucak açıyor olacaksa o başka tabii.

Neyse konumuz Bülent değil. Bi konumuz yok aslında. Saçma bi olay anlatayım demiştim. Bilirsiniz saçma olayları severim..

“Kaldırma abi,” dedim. “Al ve oku. Oku, bitir ve üzerine de bi sigara yak. İnan bunu 60ında yaparsan daha iyi hissetmeyeceksin. Hem belki 60ında sigara bile içemeyeceksin. Bokunu çıkarma.” Bülent güldü. Ama ben onun bu gülüşünün ne anlattığını biliyordum. Ölüm Pornosu sandığa gidiyordu, başka yolu yoktu.

Bay 72 nin maceralarını okuyordum. Vapurdaydım, yanımda yumurta kokan bir adam ve onun koca kafalı çocuğu vardı. Çocuk da yumurta kokuyordu. Çocuk neredeyse hiç susmuyordu. Ah çocuk. Keşke biraz daha sevimli olabilseydin.

“Baba, abi ne okuyor?” diye sordu velet yanımda. Amcanın kolu sürekli elime sürtüyor ve kokusu rüzgarla çarpışıyordu. Hangisi galip gelecek diye merak ediyordum son 10 dakikadır. Rüzgar mı, yoksa amca mı daha güçlüydü?
“Abi kitap okuyor oğlum. İnsanları rahatsız etmeyelim..aa bak yunus..” Tabii ki yunus falan yoktu denizde. Ama çocuklar aptal olur, az pişmiş yumurta kokulu çocuk saf gibi baktı denize. Bi bok göremedi. Görülecek bi şey yoktu çünkü. Ben Ölüm Pornosu’nun içinde bir yerlerdeydim. 600 kişiyle yatacak olan Wright’ın akıbetini merak ediyordum. 600 kişiye yatmak, diyordum kendi kendime. Büyüksün Wright. Ben asla 600 kişiyle yatamayacağım!

“Babacığım, abi ne okuyor, ismi ne kitabın?” diye sordu bi kere daha çocuk. Hafiften terledim, bi sinir bastı vücudumu. Derin bir nefes aldım ve çocuğa döndüm. “Büyüklerin okuyacağı kitaplardan birini okuyorum ufaklık,” dedim. Kurduğum cümle 3. sınıf bir dizinin saçma sapan repliği ya da basit bir kitaptaki sahte bir kahramanın sözcükleri gibiydi. Basit bir kahraman gibi hissettim kendimi. Bülent’e baktım. Ölüm Pornosu’nu sandığına koyacağı için keyifli görünüyordu. Bülent romanın ana kahramanıydı sanki ve ben denize atılacak ilk tutsaktım. Unutulan ilk karakter ben olacaktım. Kalın çerçeveli gözlüklerim bile yoktu oysa ki!

“Abiyi rahat bırakalım da okumasına devam etsin,” dedi amca. Rüzgarla olan savaşını kazanmıştı ve çiziklerle dolu suratında haklı bir sevinç vardı adamın. Vapur, amcanın az pişmiş yumurta kokusunu benimsemişti, belki de ona yenilmişti. Vapur, bir tabak çorbanın üzerinde yüzen, yarısı yenmiş sarılı beyazlı bir yumurtaydı sanki.
Derken çocuk ağlamaya başladı, ne okuduğumu merak ediyordu. Etraftakiler bana sinirlenmişti çünkü kitabın ismini çocuğa söylemiyor ve kitabın içeriğini sevecen bir abi gibi anlatmıyordum. Ne kaba bi adamdım ben böyle! Çünkü Türk insanı misafirperverdir, çünkü Türk insanı asildir ve kibardır falan filan. Ben Türk değil miydim yoksa?
“Nedir kitabın ismi, hadi söyle de daha fazla ağlatma çocuğu,” dedi karşımdaki orta yaşlı kadın. Kadın hiçbir şey kokmuyordu. Kadın kokusuzdu. Kokusuz kadın belki de muzır neşriyat kanunnamesi baş infazcılarından biriydi. Amca çocuğu susturmaya çalışıyor, çocuk bağırıyor, Bülent gülüyor ve ben terliyordum. Bir yan karaktere bu kadar yüklenilmezdi gerçekten!

Bir an vapurdaki herkes bana bakmaya başladı. Daha önce bu kadar insan bana bu denli beklentiyle bakmamıştı hiç. Onur duydum. Yan karakter profilim güçleniyordu sanki. Acaba ana kahraman olarak mı ölecektim romanın sonunda? Karakter ivmem yükseliyordu şüphesiz.

Çocuğun, derileri yırtan ve kemikleri un ufak eden sesi eşliğinde yaşlı teyzenin bakışına, amca baskısına ve yeni yetme üniversiteli gülüşüne daha fazla dayanamadım. Yenildim.
“Ölüm Pornosu,” dedim. Kimse anlamadı ilk önce, sanki sadece çocuk anlamıştı. Çünkü o susmaya diğerleri konuşmaya başlamıştı. Amca “Ne?” diye sordu. “Ölüm pornosu,” dedim sesimi yükselterek. Bülent kıkırdamaya başlamıştı. İlk defa porno izleyen bir ergen gibi gülümsemişti. Her an boşalabilirdi. Belki de o an boşalıyordu, bunu bilemezdim..

Karşımdaki teyze aniden yerinden kalktı ve cıkcıklayarak vapuru terk etti. Belki de diğer muzır avcılarına gidiyordu. Sittirsin gitsindi. Denize atladığını düşünmek beni mutlu etmişti. Deniz, soğuk nefesini kadının yaşlı vücuduna üflüyordu. Kadın çoktan donmuş olmalıydı. Gülümsedim. Amca “ enüzübilla” gibi bi şey söyledi. Anlamadım. Yeni yetme üniversiteli somurtuyordu, sanırım daha önce hiç sevişmemişti ve ben pornodan falan bahsedince bana sinirlenmişti. Bülent kıkırdamaya devam ediyordu. Bülent 2. kere boşalıyor olabilirdi.

Herkes yanımdan uzaklaştı. Pis kokan bendim sanki, sanki bendim rüzgarla olan saçma savaşı kazanan. Kokladım kendimi. Hayır kesinlikle kötü kokmuyordum. Kısa sürede kimse kalmadı yanımda. Belki de güzel koktuğum içindi yalnızlığım. Kitabı açıp okumaya devam ettim. Bay 72 nin maceralarına daldım. O sıra herkes uzaklaşınca Bülent bi sigara yaktı. Vapurda! Piç kurusu yine ana karakter olmayı başarmıştı. Ben yan karakter olarak romanı okumaya devam ettim ve o gün kimse ölmedi.

Göktuğ Canbaba Haziran'11

Not: Yeni kayıt girmem için bloga ve mail adresime seslenenleri ayrıca öpüyorum. Bu ara çok yoğunum, yoğruluyorum, mıncıklanıyorum, çok çalışıyorum. Sizin postları da okuyamadım ama en kısa zamanda yaklaşacağım yanınıza… evet şirinsiniz..

Öperim hepinizi…

10 Haziran 2011 Cuma

Evrenden ve savrulan meteorlardan bahsediyordu şarkıda



Tanrım ne de güzel söylüyordu şarkıyı radyodaki kadın. Aralıktı, kar yağıyordu, insanlar terk ediyor ve aldatıyordu o gün; aşık olup evleniyorlardı belki, çok içip kusuyor olduklarına şüphem yoktu, öpüşüyor ve biraz daha gerçek oluyorlardı muhtemelen, aşklarını buz tutmuş toprağın kalbine gömmelerinin üzerinden 3 hafta geçmiş olanlar unutmuşlardı yaşadıklarını, bazıları ise 3 yıl geçse bile unutmayacaktı şüphesiz. Tüm bunlar olurken, yani insanoğlu işeyip sıçtığı sürenin arta kalan zamanlarında bu boş işlerle uğraşırken o kadın, siyah küçük kutunun içinde dans eden güzel kokulu fahişe, belki de kimsenin söylemeyeceği kadar güzel söylüyordu şarkıyı.

Evrenden ve savrulan meteorlardan bahsediyordu şarkıda, bal dolu kavanozların içindeki tatlı aşkları anlatıyordu ve kesip yapıştırıyordu cama düşen yağmur damlalarını. Kes…yapıştır…kes…yapıştır…
Yağmur damlalarıyla oynamaya bayılıyordu radyodaki kadın.


Kara radyodaki kadın bal dolu kavanozların içindeki tatlı aşklardan bahsederken ocakta kaynamakta olan tencerenin içindeki makarna taneleri birbiriyle sevişmeye başlamıştı bile. Tencerenin sahibinden daha ateşli dudaklara sahipti makarna taneleri. Hava çok soğuktu ve kürkler içinde etrafa caka satmaya bayılan orospu çocuğu kış rüzgarı ateşli dudaklardan ve makarna tanelerinden hiç hoşlanmıyor gibiydi. Daha sert tokatlıyordu tencerenin sahibinin evini. Kış rüzgarı pek az şeyden hoşlanırdı zaten; tokatlamak da bunlardan sadece biriydi.

Tanrım ne de güzel söylüyordu şarkıyı radyodaki kadın. Sesiyle kıtaları birleştirebilirdi belki de; hem de hiç yapıştırıcıyla ihtiyaç duymadan yapardı bunu. Gökyüzüne sarılabilir, toprağa tükürebilirdi. Bunları yaparken dünyayı güzelleştirir ve asla sinirlenmezdi kış rüzgarına.

Makarnalar uzun bir sevişmenin ardından, tencerenin sahibinin ağzında sigaralarını tüttürürken radyodaki kadın şarkısını usulca bitirdi. Aralıktı, kar yağıyordu ve henüz bitmiş güzel bir şarkının yerini çok az şey tutabilirdi.

Göktuğ Canbaba Haziran 2011
görsel

öperim hepinizi...

1 Haziran 2011 Çarşamba

Şehir ışıkları güzel yumruk atar



Şehir ışıkları güzel yumruk atar. Çok iyi sol kroşeleri olduğunu görürsünüz eğer çok içtikten sonra onlarla dövüşmeye kalkarsanız. Şişmiş, yer yer morarmış gözlere sahipseniz, siz de şehir ışıklarından kaçan biri olmuşsunuz demektir. Korkak demek istemem size ama hayli yorgun olduğunuzu ve kaybettiğiniz bir şeyler olduğunu fısıldayabilirim kolayca. Onlar karanlık kentlerin kötü ruhlu dedektifleridirler. Avuç içlerinizdeki çizgileri takip ederek sizleri bulur ve hapsolmuş böceklerle dolu kalpleriyle sesszice izlerler adımlarınızı.

Şehir ışıkları çıplak elle dövüşür. Nereye vuracağını çok iyi bilir bu piç kuruları. Kaçıp kurtulmak zordur onların elinden zira suratı darmadağın olmuş asfalt hemen haber verir neler karıştırdığınızı. Alnının üzeri sigara yanıklarıyla dolu yollar şehir ışıklarının en yakın dostlarıdır ne de olsa; onları suçlamamak gerekir. Sağ aparkatları insanı sersemletmeye yeter şehir ışıklarının. Eğer içmeyi seven biriyseniz, sizinle dövüşmeye bayılacaktır bu piç kuruları.

Şehir ışıkları kirli dövüşür. Yerdeki yalanları suratınıza çarpmaktan çok hoşlanırlar. Gözlerinize kum atıp, kıçınızı tekmelemeye çalışan sokak dövüşçülerinden pek az farkları vardır. Ağzınızın içine dolan kanı tükürmeye fırsat bulamadan sert yumruğunu hissedersiniz elmacık kemiğinizin üzerinde. İnsanın vücudunda yaralar açan kahkahaları meşhurdur şehir ışıklarının. Onların bir kere güldüğünü duyduysanız, işte o zaman gerçekten hapı yutmuşsunuz demektir.

Şehir ışıkları küfredenlerden, alkol denizinde sırtüstü yüzenlerden, tutkuyla sex yapanlardan, gülümseyerek işeyenlerden, iyi şiir yazanlardan ve aydedeyle konuşanlardan hoşlanmaz. Onlar küflenmiş kentlerin kabadayıları gibi boş sokaklarda nara atmaktan hoşlanırlar. Onlar lanetlenmiş sokakları mesken tutmuş kötü parfüm kullanan pezevenklerdir. Dudakları yaracak kadar keskin kenarlara sahip kadehlerin içinde dans eden fahişelerden ve gökyüzüyle sevişmeye çalışan delilerden de hoşlanamaz şehir ışıkları. Onlar sadece hiç görmedikleri güneşi taklit eden amatör oyuncular gibidirler. Işıkları sahte, sıcaklıkları geçicidir…
göktuğ Canbaba Haziran 2011
görsel

öperim hepinizi...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Beni kandıramazsın Chuck. Senin ne mal olduğunu biliyorum!



Palahniuk beni çok incittin ama sadece beni değil tüm Türkiye’yi incittin. Kırdın bizi tarif edilemez şekilde. Şimdi sana ne söyleyeyim Chuck? Yazdığın Ölüm Pornosu’nun konu bütünlüğü olmamasına mı değineyim yoksa kelimelerini çok müstehcen seçtiğine mi? Hey Chuck dostum, burası Türkiye. Bizim tarzımıza göre yazmalısın ahbap. Büyükler senin sesinin çok çıktığını düşünüyor. Göt dediğin için senden hoşlanmayanlar var adamım. Sikişmek dediğin için burada sana acayip kıl olan dostlar var. Ne dedin Chuck? Hepimiz sikişiyoruz bunu dile getimenin neresi mi yanlış?.. Sen kim oluyorsun da, -hem de yazmayı beceremeden- bizim çocuklarımıza muzırlık yapıyorsun dostum? Kimsin sen? İsminde bile meymenet yok Chuck. Chuck ne demek ki? Çak bi beşlik gibi bi şey mi? Çatapat gibi mi? Çakmak gibi mi? Pompacı mısın Chuck? Seni hiç gözüm tutmamıştı zaten dostum. Ama şunu da anlamış değilim Chuck. Hadi Amerikalılar gerizekalı. Hadi onlar edebiyattan hiç çakmadıklarından (ismine gönderme yaptım dostum bunu anlayabildin mi?) senin yazdıklarında konu bütünlüğü olduğunu düşünüyor ve hatta yazdıklarını edebi buluyorlar. Ama peki ya diğer ülkeleri nasıl etkiledin Chuck dostum?! Onları nasıl kandırdın edebiyat yaptığına işte buna inanamadım!! Çünkü bizim büyükler senin bi boka yaramadığını fark etmişler. Bizimler boktan iyi anlar Chuck ve senin kötü kokan bir bok olduğuna kanaat getirmişler. Kötü kokan bir manda boku Chuck! Aynı Burroughs’un ne mal olduğunu çok geçmeden anladıkları gibi. Bizmkiler çok iyi anlıyor dosrum.. Hey Chuck, incittiğin Türk aile yapısının kırılgan kalplerini onarmak için ne yapmayı düşünüyorsun? Bizim kırılan narin kalplerimiz için bir roman daha yazar mısın? Bu seferkiler küfürsüz, konu anlatımı yerinde ve anlaşılır şeyler olsun ama dostum. En azından biz anlayabilelim, olur mu Chuck?

Biliyor musun Chuck, bizimkiler bugün itibarıyla rapidshare’i de yasaklamışlar. Ne… paranoyak olma ahbap senden o kadar korkmuyoruz. Bu yasağın nedeni senin romanlarını netten indirmek isteyen kitap kurtları da değil. Bazı kasetler varmış bazıları sevişiyor ve bazıları da onları kasete kaydediyormuş….. Bilmem ki Chuck, ben de bi bağlantı kuramadım. Galiba haklısın, bazı konularda haklı da olabiliyorsun demek dostum. Küfür etmeden de haklı olunabiliyor demek ki ha ahbap. .. ne … sikerler mi, dedin. Duymamış olayım Chuck. Ve evet yine de şanslıyız dostum. Evet, senin kitabın yüzünden neyse ki ülkedeki tüm kitapları yakmadılar. Biliyorsun bu bi seçenek. Bazen internete sinirlenip hatları falan kesebiliyorlar abi. Bazen küçük ekranlarda çıplak sanal hatunlar ahlayıp ohluyor diye interneti kapatabiliyorlar. Ne… evet, size gerizekalı diyoruz ama biz de bu konuda sizinle yarışırız öyle değil mi? Sus Chuck zihnimi ele geçirmeye çalışma!!.. yapma Chuck… ele geçirdiğin o kadar ülke yetmedi mi, şimdi de bana mı sulanmaya başladın! Hayır dostum asla boyun eğmeyeceğim. Asla senin edebi bir şeyler ortaya koyduğunu kabullenmeyeceğim.. Bana bunu yaptıramazsın Chuck! Defol git şimdi ekranımdan ve beni senin tarafından incitilmiş kalbimle yalnız başıma bırak.

“Herkesin hayalgücü tükendiğinde artık hiçkimse dünya için tehdit olmayacak,” demiştin ya Chuck, bunu sen söylemiştin ya dostum, acaba haklı mıydın bu konuda?.... hayır…hayır ele geçmeyeceğim.. sen şeytansın! … sen taşlanmayı hak eden bir şeytansın Chuck… ne?....şeytanı taşla vuramaz mısın?... Hayır Chuck.. hayır her şeyi sen bilmiyorsun.. sen hiçbir şey bilmiyor, hem kötü konuşuyor hem de konuyu bütünleyemiyorsun!! Senden nefret ediyorum Chuck! Senden kötü bir şiirden nefret ettiğim kadar nefret ediyorum dostum.. Al bu taş da sana gelsin Chuck! Şeytan işte böyle vurulur dostum!.. Chuck?...nerdesin? Chuck?...

** resimde yakışıklı çıkmışsın ama biz senin ne bok olduğunu biliyoruz adamım!

öperim hepinizi...

25 Mayıs 2011 Çarşamba

23:45



23:45... sinirimi bozan şeyler var..
seçim araçlarını yakıp üzerlerinden tavşan misali atlayıp bi de üzerine dilek tutmak istediğim şu günlerde, kapımın önünde halay çekip dans eden adamların "en büyük asker bizim asker," nidalarıyla iyiden iyiye irkildim, kendimden geçtim ve sarsıldım.

1)ey kendini bilmez seçim araçları, ne s*kime bangır bangır açıyosunuz şu aletlerin sesini? Ne diye aynı caddeden milyon kere geçiyorsunuz? Ne diye denyo denyo parçalar çalarak hem sesle hem de müzik zevkinizle beyinleri mıncıklıyorsunuz? Mal gibi seğirterek oy mu toplayacağınızı zannediyorsunuz? hadi geri zekalısınız, öyle zannettiniz diyelim, e bre ibişler o zaman ne diye insanların huzununu bozup alacağınız iki oyu da yakma peşindesiniz? Yani gerçekten anlamış değilim sizin dünya üzerindeki var oluş nedeninizi. Sanıyorum ki arabanın içinde otururken, çevreye, dünyaya hatta kozmik samanyoluna ne denli bir gürültü kirliliği yaydığınızın farkında değilsiniz. Zaten meymenetsiz suratlarınızı tv'de yeterince görüyor, başarısız siyaset girişimlerinizi yakinen takip ediyoruz. e daha kafamızın içine yüksek volumle girmek niye be? Bi s*ktirin gidin demek istiyorum, çok canımı sıkıyorsunuz, ingilizce karakterle anlatmak gerekirse -canimi sikiyorsunuz-beynimi sikiyorsunuz abi anlatabildim mi?!

2)Bu asker uğurlama muhabbetini birisi çözdüyse beni de aydınlatsın abi. Nasıl bir kafa olduğunu bi açıklayın gayri. Olm ben askerliğimi Van'da yaptım ama giderken hiç kafa s*kmedim. Efendi gibi bindim uçağa gittim, efendi gibi geldim. Giderken de, gelirken de hiç korna çalmadı babam, apartman önünde halay çekmedik, kapıların ününde Türk bayrağına sarılıp taklalar atmadık, milyon tane gerzo arkadaşımı da alıp insan huzurunun mna koymadım hiç. Sanıyorum ki siz, bu işleri devamlı yaptığınızdan garip gelmiyor hal ve tavırlarınız ama size şu kadarını söylemek lazım ki harbiden olmamalısınız! Hayırlı tezkereler!

3)Bugün bambaşka bir post girecektim ama biraz önce yaşananlar sinirlerimi hayli bozdu. İzlediğim film de beni yeterince üzdü. kısacası bu gecenin en güzel tarafı soğuk bira ve kitap oldu. Bira kitabın üzerine dökülmeseydi daha güzel olacaktı. soğuk biralı kitap can yaktı!

görsel

öperim hepinizi...

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Aradığım hatun sen değilsin Halime Teyze!



Nereye gidiyorsun Halime Teyze? Elinde plastik poşetlerle, doğayı ve türlü canlıyı önemsemeden her sabah nereye ilerliyorsun? Plastik torbanın içinde, senin yeşile çalan dişlerinin arasında ezilmemek için haykıran organik domateslerin çığlıklarına kulak tıkayarak nereye seğirtiyorsun? Kalın çerçeveli gözlüklerin var, saçların sarı beyaz kıvamda, boyun olsa olsa 1.50. Aradığım kadın sen değilsin demeye çalışıyorum Halime Teyze. Peki her şey bu kadar netken neden her sabah gördüğüm ilk hatun sen oluyorsun?

Dünya üzerinde bazı bilinmeyenler var biliyorum. Dünya dışında da var tabii ki; her yer bilinmeyenle dolu aslında. Bi boka hakim olamadığımı fark ettiğim şu günlerde, nereye gittiğini bilmeyen bir meteor parçası gibi hissettiğim şu saatlerde, senin dünya üzerindeki varlığının nedeni, beni bilinmeyen diğer her şeyden çok daha çekiyor teyzecim.

Zihninde yaşam partikülleri olma ihtimali, yaşın dolayısıyla biraz zor geliyor bana ama sanki hala düşünebiliyorsun sen. Denizin dibinde asırlardır el değmeden saklanan bir deniz süngeri kıvamına dönüşmesi muhtemel beynin beni bile tokatlayabilir gibi hissediyorum bazı sabahlar. Her sabah bir amaca doğru ilerliyorsun sanki. Dünyanın merkezi seni çağırmış, bilinmeyen türlü varlık sanki seni kahvaltıya davet etmişçesine anlamlı anlamlı yürüyorsun Halime Teyze. Eski ruhlar yumurtanı haşlıyor, antik kahramanlar gelişinin şerefine demli çayları koyuyor, doğanın ruhu boğazını temizleyip senin için bir parça mırıldanıyor. Sen 90ı aşmış yaşına bakmadan aynı kıyafetlerle yavaş yavaş seyirtiyorsun. Miyazaki animasyonlarından fırlamış bir karakter gibisin resmen. Bazı sabahlar Miyazaki'nin çizgilerinden kaçan bir karakter olduğunu ve çizerden kaçıp kurtulmak için aradığın bir mürekkep çukuru olduğunu düşünüyorum yaşlı teyzecim. Her sabah şaşırmadan, geç kalmadan, aksamadan ve tökezlemeden penceremin önünden geçip uzaklaşıyorsun. Sen geçerken hava bazen çok kapalı oluyor, bazen her şey net ve parlak. Ama değişmeyen tek şey senin hiçbir şeyi umursamadan geçip gitmen Halime Teyze. Nasıl oluyorsa sen hiç geç kalmıyorsun. Her sabah, bazen kar tutmuş, bazen güneşten ensesi pişmiş kırık kaldırım taşlarının sırtına basarak yürüyüp ilerliyorsun. Varlığın aklımı kara deliklerin gizeminden daha çok karıştıyor Halime Teyze. Evrenin gizemi sen varken beni şaşırtmıyor. Sen olunca evren basit bir yemek tarifi gibi anlamsız geliyor nedense. Haşlanmış havuçlar, kızarmış patatesler ve kısık ateşte pembeleşen soğan gibi geliyor tüm bilinmeyenler...

Yolun sonunda bir noktaya dönüştüğün zaman ben kıllanan adam gibi elimde bi bardak çayla senin beynimde yok oluşunu izliyorum. Senin varlığını, var ettiğim dünyanın bir parçası olarak görmek bana nedense pek zor geliyor. Nereden gelip nereye gidiyorsun bilemiyorum Halime Teyze ama beni çok işkillendiriyorsun…

görsel

öperim hepinizi...

12 Mayıs 2011 Perşembe

Peşimi bırakır mısın artık?



Sen, memeleriyle beni tokatlamaktan zevk alan iri teyze! Otobüs maceralarımın vazgeçilmez kadını. Ne zaman, umarım bugün gelmezsin desem, hemen o an, bir şekilde, belki kozmik şakacı, belki de ilahi adalet vesileyisle biniveriyorsun kırmızı otobüsün içine; sol farı kırılmış, tamponu çamurdan şekil değiştirmiş o kırmızı aşk otobüsünün midesine giriveriyorsun teyze. Süzülüyorsun yavaş yavaş. Hedefine ilerleyen bir yılan gibisin orta yaşlı teyze. Nasıl bu kadar kaygan ve azimli olabiliyorsun hayret ediyorum doğrusu ama böylesin sen işte! Gerekirse tüm otobüsü yutabilecek kapasitedesin orta yaşlı teyze.

O kalabalık nedense seni engelleyemiyor ve yaklaşıyorsun yanıma sanki 55 kiloluk çıtır bir kızcağız gibi. Ama yanaştığın yetmiyor iri teyze, yanaştığın hiç yetmedi bugüne kadar orta yaşlı teyzem. Terli memeleriyle sırtıma tai masajı yapıyor ve üzerindeki yoğun soğan ve salça kokusuyla beni köyüme göndermeyi çok iyi biliyorsun orta yaşlı teyze. Sen bir zaman leydisinin iri memeleri orta yaşlı teyze. Sen zamanda seyahati bilim insanlarından önce bulmuş bir dahisin bana göre!

Hey teyze bir daha aynı otobüse binmememiz için sana para teklif etsem bana kızar mısın? Bana darılır mısın? O sıkıcı yol boyunca, bıyıkları yeni yeni terlemiş muavinin tiz sesi içimi gıcıklarken, otobüsün iri şoförü yolcuları azarlarken, senin iri bedenin tarafından taciz edilmemek için evine her Cuma iki kilo soğan ve bir kasa salça göndersem benim yakamı bırakır mısın? Çok sıkıldım senden bana kabir azabı yaşatan iri memeli orta yaşlı teyze. Gerçekten çok sıkıldım seninle aynı yola baş koymaktan. Artık peşimi bırakır mısın?

Bu yazı, her sabah mütemadiyen yanıma sokulan, bilinçli ya da bilinçsiz bana eziyet eden orta yaşlı teyzeye adanmıştır.

Öperim hepinizi ama seni öpmem orta yaşlı teyze, seni asla öpmeyeceğim!

görsel

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Derya rüya görmesin diyenler?



Asmalı’da bi kaç bira içmek için oturmuşken, Derya’nın rüyasını anlatmasıyla kendimizden geçmemiz bir oldu. Hayatımda hep ilginç adamlar tanıdım ben. Harika insanlarla dostluk ettiğim gibi, gereksiz insanların da hayatıma salça olmasından kurtulamadım ne yazık ki. Ama hayat bu demekti işte; aptal insanları sahneye almama oyunu! Ve Derya iki çizgi arasında bir yerlerde gezinen iri bi çocuktu. Derya hep saçma hikayelere konu olurdu.

“Mis gibi kokan bi ormanda yürüyorum abi. Ama nasıl anlatsam, yani bildiğin cennet gibi kokuyor mekan. Etrafta kuşlar cikcikliyor, mavi gökyüzünden kızıl yapraklar düşüyor tepeme, sanki görselliği tavan yapmış bi Güney Kore filmindeymiş gibi hissediyorum kendimi. O kadar mutluyum ki anlatamam.”

“Bi bira daha alabilir miyim,” dedi Merve Güney Kore görselliğini skine takmadan.
“Kızım bi dinle, bi hisset şu rüyayı ama ya,” diye çıkıştı Derya. Güneş henüz batmadan 3-4 bira içmişti ve sanki güneşin kızıllığını emen büyülü yanaklara sahipti. Kendi kendine cıkcıkladı ve rüyasını kaldığı yerden anlatmaya başlayacakken Merve bu sefer de sigara sarmaya başladı. Kuru kağıdı ıslak dudaklarının arasında sıkıştırdı ve Derya’ya baktı ruhsuzca. Kapkara gözleri vardı Merve’nin, içinde kaybolan maceraperestlerin çığlıklarıyla dolup taşan bir mağara gibiydi gözleri… Merve çok iyi sigara sarardı. Merve, beyine dolma saracak bi hatun değildi ve bence dünyadaki en iyi sigara sarıcısıydı! Derya, sigara içmeyi 3 gün önce sonlandırdığından, havada süzülmesi muhtemel dumanı düşünmekten kendini alıkoymaya çalışarak devam etti anlatmaya.

“Sonra abi, tüm görsel zenginliğin arasında, o cennetsi kokunun içinde, belime bağlı bi ip olduğunu fark ettim. Bi an cennetin merkezine bağlı olduğumu düşündüm. O ip kutsal bi şeylere bağlı olmalıydı. İpi gülümseyerek tuttum ve arkamı dönüm, biliyordum ki basit ip evrenin merkezine iniyordu.”
“Eee ne gördün arkanda?” dedim yapay bi meraklanmayla.
“Televizyon,” dedi Derya. “En son çıkan samsung led tv’lerden birinin altına ayaklı masa yapmışlar onu da belime bağlamışlar. İşte ben yürüdükçe o da arkamdan geliyormuş.”
“İyiden iyiye mallaştın sen Derya, bak söylemedi deme,” dedi Merve ve acımadan sigarasını yakıverdi. Dumanı içine çekti ve bıraktı, çekti ve bıraktı, çektiiiii ve bırakmadı; yuttu ve kaybolup gitti duman.
“Abi ciddi söylüyorum, led tv vardı arkamda ve Muhteşem Yüzyıl oynuyordu ekranda.”
Patlattım kahkahayı. Cennetin en ücra yerinde, havada uhrevi kızıl yapraklar dolanırken beline bağladığı televizyonda muhteşem yüzyılı izleyen Derya’yı düşündüm. Gerçekten komikti.
“Kanalı değiştirseydin bari,” dedi Merve. Derya, kimseyi sallamayan Merve’nin onun rüyasına ilgi gösterdiğini fark edince hemen bi bira daha istedi, keyiflenmişti. “Değiştiremiyorum kızım işte sorun da bu. Ne çıkarsa onu izlemek zorundaymışım ve ters ters yürüyüp bi yandan diziyi izlerken bi yandan da onu zihnimden atmak zorundaymışım.”
“O ne demek be abi?” dedim saçmalamayı ilerleten Derya’ya.
“Abi işte orası büyülü bi mekan ya, ben de zihnime hakim olup belime bağlı televizyondan kurtulmaya çalışıyorum. Anladın mı?” Doğrusunu söylemek gerekirse pek anlamamıştım, anlamak da istememiştim belki. Merve’ye baktığımda, meraklı gözlerle Derya’yı süzdüğünü fark ettim. Demek ki rüya gerçekten ilginçti ve mal olan bendim. Dinlemeye devam ettim ben de.
“Ters ters yürümeye başladım. Bi yandan Hürrem’in “ööğğlümü verin bana, çocuğumu caldiniz,” nidalarını aklımdan kovmaya çalışırken bir yandan da düşmemeye çalışıyordum. Rüyaya adım attığım cennet kokulu mekan etkisini yavaş yavaş yitirmeye başlamıştı. Zihnime hakim olamıyordum. Sonra bi an ağaçların kokusunu çektim içime ve her şey karardı. Ekrandaki Hürrem yok oldu. Başardım zannederek mal mal sırıttım gökyüzüne.”
“Eee başaramadığını nasıl anladın?” diye sordu Merve.
“Ekranda gayet ağır bi porno başlayınca fark ettim,” dedi Derya sırıtarak. Merve, kaşlarını havaya kaldırdı ve biraz duraksadıktan sonra birasından sert bi yudum aldı.
“Abi dayanamadım inanamasın, sanki bi şeyler beynimi ele geçirdi ve olan oldu işte.”
“Yuh be abi!” dedim. “Cennetin ortasında tohumlarını mı saçtın yani, hem de beline bağlı bi televizyonda porno izleyerek. Bu mudur?” O sırada Merve Derya’nın ensesine bi tane patlattı. “İğrençsin abi farkındasın değil mi?”
“Kızım ben de farkındayım ama bak bununla da bitmedi. Ekrandaki kadını yalayıp yutan şerefsiz işi bırakıp bana döndü ve ilk sınavdan kaldın, dedi. İkinci sınavın için hazır mısın diye sordu. Tamam falan dedim kekeleyerek. İkinci sınavım neymiş biliyor musun abi?”
Ne Merve’den ne de benden ses çıktı. İkimiz de bu saçma rüyanın içinde bi yerlerde kaybolmuştuk sanki.
“Adam beni ekranın içine çekti ve biraz önce takıldığı hatunu, içinde bulunduğu kötü hayatından kurtarmam gerektiğini söyledi. 2. görevim son derece yetenekli bir porno oyuncusunu Hatay’daki ailesine teslim etmekmiş, ailesi onu yıllardır bekliyormuş.”
Derin bi sessizlik oldu. Biramdan sert bi yudum alıp Merve’ye baktım sonra bi anda yarıldık biz. Ama nasıl gülüyoruz. Biralar falan döküldü yerlere. Hatay ne be abi? Porno yıldızını ekrandan içeri girmek suretiyle Hatay’daki ailesine teslim etmek nasıl bir görev!? Bu nasıl bir rüya? Derya daha anlattı, daha çok saçmalamış rüyası, paralel evrenlere falan kaymıştı ki zorla susturduk adamı.
Derya sana sesleniyorum, dur ya düşündüm de seslenmiyorum ulan, zaten yeterince vaktimi çaldın!

görsel
Öperim hepinizi…

3 Mayıs 2011 Salı

dünyanın içinde ama insanların pek bi uzağında ..

Resim de koyayım dedim ama haber sinirlerimi bozdu sonra sokarım dedim resmine! Habere gel!

Güzide memleketimde çalımlar, şutlar, goller üst üste! Devlet attı 2-0 oldu!

Henüz yasaklı kelimeler sarsıntısını üzerimizden atamadan şimdi bir de internetin ölüm haberi geldi. Aniden ve acı geldi ama!

Ağustos ayında yürürlüğe geçecek olan yasayla artık devlet nereye isterse sadece oraya girebileceksiniz. Evet, yanlış duymadınız; gireceğiniz deliği de devlet büyükleri seçiyor. Siz sadece girme işlemini yapıyorsunuz. O da pek zor olmasa gerek,e bu ne rahatlık, sevinmelisiniz!

Çin, Tayland, İran gibi aşırı baskıcı ülkelerde kullanılan sistem artık Türkiye’de.  böyle yazınca sanki süper bi sistem gelmiş gibi durdu değil mi? Son yenilikler artık Türkiye’de!! Yeterince bekledik ama sonunda ona ulaşabileceğiz… Yoo hayır, hiç de öyle değil maalesef. Devlet baba elinde kırbacıyla interneti de yola getirmeyi bildi sonunda. Uslu uslu gireceksiniz artık internete çocuklar. Babanızın sözünden dışarı çıkmayacak, ananızın tarhana çorbasını içerken usul usul gezineceksiniz ağlarda. Tabii ki belirlenen ağlarda.

Bu filtreleme sistemi zaten kullanıyordu ama “istendiği takdirde” şimdi ise büyüklerimiz bunu ite kaka zorunlu hale getirmişler. Yani onların dediği doğrudur olayı bu! Bakınız günden güne nasıl da demokratikleşiyoruz. Hatta öyle bi demokratikleştik ki, artık interneti bile devletin uyguladığı süzgeçten geçerek kullanabileceğiz. O, gir derse girecek yok girme bu sayfa aşırı “sanat” içeriyor derse uzak duracağız! Böyle demokrasiye can kurban! Haa demokrasi demişken, bu filtre sistemi youtube vs gibi sayfaları de hiç sevmiyor yani youtube’u artık unutabilirsiniz. Dns falan yalan oldu. Gerçi başbakn da söylüyordu ben değiştirip giriyorum diye. Bu filtre sistemini de çökertebilirse belki bize de öğretir biz de gireriz bi şekilde.

Bu tarz hareketler kısaca şöyle açıklanabilir efenim. İçki kötüdür ve içki içen kaza yapar, o zaman içki yasaklansın! Sigara öldürür, sigara yasaklansın! Yüksek ses sağır edebilir, barlar yasaklansın! Aşk kalp çarpıntısı yaratabilir, aşk yasaklanın. Sex istenmeyen çocuklara sebebiyet verebilir sex yasaklansın! Düşünmek bazen sakıncalı olabilir, düşünmek yasaklansın! Yaşamak sıkıcı olabilir, yaşamak yasaklansın!

Yani demem o ki, bi kaç sene sonra hepimiz yeşerip filiz vermeye başlayacağız zira ottan pek bi farkımız olmayacak gibi. Dünyanın içinde ama insanların pek bi uzağında olacağız! Yeni olan her şeyin uzağındaki saksımızda ne güzel muhabbetler çeviririz, diyen varsa uzasın hemen, sevmem sizi..

Öperim hepinizi…

28 Nisan 2011 Perşembe

Süper kahraman mısın muzır neşriyat, neyin nesi kimin fesisin?



Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu yine iş başında! İsme baktığınızda bi süper kahraman imajı çiziyor gibi görünebilir bu kurul. Ada baksana bi: Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu! Uuuuuuv! çok fiyakalı.. Mavi taytını çekmiş, kırmızı pelerinini asmış sırtına, iyi ve sevimli insancıkları kötülükten uzak tutmak için canını dişine takan bir topluluk olmalı, diye düşünüyor insan ismi okuyunca. Ya da, iyi insanları karanlığın ateşinden korumaya and içmiş, içinde harika insanların barındığı bir topluluk zannedebilirsiniz bu ekibi, gayet fantastik bir ekip olmalı; hepsinin ayrı bi gücü var ve kaçırılan masum çocukları kurtarıyorlar iblislerin elinden. ufff çok fiyakalısınız... yerler...

Ama ne yazık ki gerçekler böyle yumuşak ve eğlenceli değil! Bu topluluğun gayet fantastik kafalardan oluştuğu doğru zira kitapları amaçsızca yasaklayıp kendi kendilerine çoştukça coşabiliyorlar. Dünyayı yerinden oynatmış yazarların eserlerine "höömmm ben okudum bunu ismail ama bi bok anlamadım bi de sen bak bakalım. Sen de anlamazsan yasaklarız olur biter," deyip kitapların bir sanat eseri olup olmadığına dahi karar verebiliyorlar! Evet şaşırmayın bu teşkilat son olarak W. Burroughs'un Yumuşak Makine'sini yasaklamış bulunuyor. Bu kitabı çocuk okur mu abi? Analar babalar okuyacak olm bu kitabı!! çocuğun ne işi var beat kuşağıyla?! diye düşündüğünüzü hissedebiliyorum. hakkaten artık iş çığrından çıkmaya başladı! Evet, her an raflardan toplatılmasına başlanabilir.. Karar ise romanın edebi bir kimlik taşımıyor olması!! Buna kim karar verdi diyecek olursanız işte bu teşkikat vermiş. Hani yeni buluşmalarda, dost sohbetlerinde sorarız ya yeni elemana, "ne bitirdin abi?" diye. işte adam söyler "şunu bitirdim ama ben bu mesleği yapıyorum," falan. İşte sanıyorum bu teşkilat da kendi mesleğini yapamayanlardan. Kazara bir bölüm bitirip, saçma bir hayata kavuşanlardan.. Çok fazla bıdıbıdı yapmadan şunu şöylemek istiyorum ki cahilliğin pirim yaptığı günümüzde kafalar iyiden iyiye sulanmaya başlamış bunu fark ettik bu apansız çıkışlarla. Ben romanı okumadım o yüzden ne kadar "edebi" olduğunu size söyleyemeyeceğim :))))) diğer beat kuşağı yazarlarını pek seven ve çoğu beat kuşağı romanını yalayıp yutmuş bir insan olarak yarın ilk iş alıp okumaya başlayacağım romanı. toplatılmadan almalı bence!!

Bu memleket ne yasaklar gördü sayın Burroughs, kendinizi özel zannetmeyin lütfen.. Off çok canım sıkıldı yine. hadi görüşürüz..

öperim hepinizi...

22 Nisan 2011 Cuma

Hepimiz Arzu'yu seviyoruuuuzzz ullleeeeen!!




“Abi, Kaan’ın evlenebilme ihtimalinin olduğunu hiç düşünmemiştim! Hadi sen evlendin Kaan, hadi bi katakulliye geldin ve evlendin abi. Peki ya sen Arzu? Sen nasıl evlendin be kızım? Sonsuz evrende dolanan, evlenebilme ihtimalleri hiç olmayan iki insanın birbirini bulup evlenmesi nedir peki? Kozmik şakacı bana yaptığın bu bitmez oyunlar yüzünden bi gün gerçekten fena bozuşacağız haberin olsun!” dedi Cenk ve elindeki Voktayı fondipleyiverdi.
“Ver abi bi votka daha ver lütfen,” dedi sonra garsona tükürükler saçarak.

Kaan ve Arzu’nun evlendikleri akşam saçma olaylar yaşanacağını adım gibi biliyordum ve o aptal kişi olmak istemediğimden gerekli tüm önlemleri kendimce almıştım. *İçki içmeden önce düğün yemeğinden fazlasıyla yemiştim. Aç karnına içmek insanı %34 daha fazla çarpıyordu. Hatta yanımda oturan amca dansa kalktığında, tırtıklamak suretiyle adamın yemeğine de musallat olmuştum. *O gece çok içki içeceğimi biliyordum. İşte bu yüzden içmeden önce zeytinyağı damlatılmış ayran içmeyi ihmal etmemiştim. Artık asla kusmayacaktım. *Arzu’yu karşımda gördüğümde konuşma kabiliyetimi kaybetmemek için yanıma bol bol ahududulu sakız almıştım. Hatta yemekte bile ara sıra çıkarıp çiğniyordum. Bilmeyenler için söylüyorum: ahududu esansı kendine güveni arttırır ve sakız çiğnemek çene kaslarını çalıştırdığından, insana saatlerdir konuşuyor hissi vererek, gerekli sosyalliği sağlamış olur. *Sinirlerime hakim olmak için sigara içmiştim. Sigara insanı sakinleştirir hafif dozlu hülyalara gark ettirir.

Etrafa şöyle bi baktım. Kır düğünüydü. Salak çocuklar etrafta koşuşturuyor, fotoğrafçılar flaşlarını patlatıyor, hanımlar beyler içkilerini içip muhabbet ediyor, geniş çim alanın üzerindeki grup yavaş yavaş müziklerini icra ediyordu. Cenk, Ahmet, Burak, Murat, Recai ve ben; yani Arzu’nun eski sevgilileri İtalyan mafyası şeklinde tasarlanmış takım elbiselerimizle gerçekten çok aptal görünüyorduk. Davetliler bize gülümseyerek geçiyor, bize birkaç gün önce güzel gibi gelen bu fikir, bu gülüşler nedeniyle artık pek de mantıklı gelmiyordu. Takım elbiselerin arasında terleyen sahte don corleone'lerdik ve kimse üzerinde bi ağırlığımız yoktu ne yazık ki.

“Ben Arzu’yu hâlâ seviyorum abi,” diyen ilk kim olacak diye düşünürken Cenk bombayı patlattı ve aynen bunları söyledi. Gözleri yaşarmıştı ve gerçekten çok aptal görünüyordu. Ahmet de kendini tutamadı ve 20li yaşlarda beline kadar uzanan saçlarıyla çok prim yapan halinden eser kalmamasına rağmen o da aşkını itiraf etti. Burak biraz sinirliydi. Arzu’nun hiçbir zaman evlenmeyecek gibi duran o asi yapısını, o muhteşem karizmasını nasıl yitirdiğini düşünüyordu. Ama o da itirafta bulundu. Recai geçen sene evlenip aynı sene boşanmasına rağmen o da itiraf etti. Bi tek ben kalmıştım itiraf etmeyen. Belki yukarda yazdığım önlemler belki de içtiğim onca votkadan mı bilmem söyleyemedim o an. 5 kaybeden adam bana ısrarla bakıyor ve “evet, hadi abi söyle. Bilmediğimiz bi şey değil, hadi,” diyordu. Dayanamadım ve söyledim. Hepsi içkilerini havaya kaldırdı ve ismimi haykırdılar. Sanki bendim mna koyayım Arzu’yla evlenen. Ya da sanki onlardı eski aşklarını tekrar kazanan. Hayır onlar kaybedenler kulübüne bi salak daha katıldığı için kendi salaklıklarından bir parça eksildiğini düşünüyorlardı. Ama tabii ki gerçek gerçekti. Hepimiz kocaman gerizekalılardık! Hiçbirimiz Arzu’yu elinde tutamamıştı!

Zaman geçiyor ama Arzu ve Kaan’ın yanına gitmeye kimse cesaret edemiyordu. Dahası Cenk alenen ağlamaya başlamış, Burak da ağladığını belli etmemek için siyah güneş gözlüğünü takmıştı. Saat nerden baksan akşam 9du! Çocuklar Cenk’le “kör adaaam kör adaaam,”diye dalga geçmeye başlamışlardı bile! Recai’nin sinirden elleri titriyor, içkisini üzerine döküyordu, Ahmet ağlamamak için sürekli gökyüzüne bakıyordu. Murat pistte tek başına dans etmeye başlamıştı bile! İşte o an Arzu’nun yanımıza geldiğini fark ettim. Yukarda yazdığım tüm önlemler bir anda uçup gitti. Çenem, çiğnediğim sakızla yapıştı, midem bulandı ve gözlerim yaşarmaya başladı.Hissedebiliyordum, çok fena batırmak üzereydim. Tanrım ne büyülü bi güzellikti. Aklıma 19 yaşındayken Arzu’yla ilk öpüşme anımız geldi. İkimiz de saçlarımızı kazıtıp mohawk yapmıştık. Bir daha asla ayrılmayacağımızı falan gevelemiştik şarapçılar parkında. Ama şimdi karşımda gelinliğiyle duruyor ve ben yaşlandığımı hissediyordum. 80 yaşımı çoktan aşmıştım sanki. Eklemlerim sızlamaya başlamıştı. Kafam kazan gibiydi. Tam o an Recai bayılıverdi. Yere öylece düştü. Arzu ona bakmak için ilerlerken ben elini tuttum ve “Boşver bu senin gecen,” dedim. Ağzımdaki sakız her yanımı sarmıştı sanki. Kelimelerim birbirine dolanmış haldeydi. Artık4 kişiydik. Gözleri kızarmış ben, alenen ağlayan Cenk, güneş gözlüğünün altından gözyaşı sızdıran Burak, Arzu’ya bakmamak için gökyüzünü izleyen Ahmet...

Arzu aptallığımızın farkındaydı. Bize baktı gülümseyerek ve “Evleniyorum,” dedi. Ahmet bakışlarını Arzu’ya çevirdi “seni seviyorum,” dedi birden. Hepimiz şaşıp kalmıştık. bi tek Arzu şaşırmamıştı sanki. Ondan gazı alan Cenk hıçkıra hıçkıra aşkını ilan etti. Sümüğü masaya doğru inişe geçmişti ama kafası o kadar iyiydi ki farkına bile varmadı. Burak, güneş gözlüğünün ardından itirafını gerçekleştirdi. Sanki gözlüğünün altında fıskiyeler vardı gerizekalının. Arzu bana bakıyordu. Sanki diğerlerinin düştüğü durum hoşuna gitmiş gibiydi. O an Arzu’ya olan tüm sevgim uçup gitti. Sessizliğimi görünce “peki ya sen?” dedi bana. İçlerinde en çok beni sevmişti bunu herkes biliyordu. “Hayır,” dedim. “Ben senin düğününü kutlamaya geldim.” Şaşırdı, sanki morali bozuldu. Bir an düşündü. “Seni seviyorum,” dedi. Olduğum yerde kalakaldım. Mermerden bir heykel gibi bakakaldım Arzu’ya. “Seni hep sevdim,” dedim yelkenleri suya indirerek. “Sana ağğğşıığıım Arzuuuuu!” diye inledim. Müziğin ara verme zamanıyla aynı zamanda böğürmem hoş olmadı tabii. Herkes bana nefretle bakıyordu. Yaptığım tüm önlemler boşa çıkmıştı skeyim. Ama olsun Arzu beni seviyordu! Demek ki Kaanla evlenmesi formaliteydi. Arzu gözlerimin içine baktı “Ben evleniyorum.Büyüyün artık!” dedi ve öylece uzaklaştı. Mal gibi kalakaldım. Masadaki tuzluk olmayı diledim tanrıdan. Orada olmamayı diledim. Arzu bana bunları söyletmek için oyuna getirmişti beni. Hepimizin kıçına son birer tekme atmak istemişti ve isteğini çok güzel yerine getirmişti.

Düğünden atılmamız çabuk oldu. 6 İtalyan mafyası kılığındaki idiot ağlak adam artık düğünün dışındaydı. Hiç konuşmadan kaldırımda oturuyor ve dışarıdan gelen düğün müziğini dinliyorduk. Hayatımda dinlediğim en kötü düğün müziğiydi ve kaybeden 6lı hâlâ ağlıyordu. Ağlamak kaybeden 6lıya pek yakışıyordu..

görsel
öperim hepinizi...

21 Nisan 2011 Perşembe

Ayak parmaklarını herkes aynı iş için kullanmayabilir



“Ya Nuriye Teyze gözünü seveyim yapma ama ya!” diye bağırdım artık kendimi tutamayarak. “Valla insanın yapacağı şey değil bu!”
Salonda 6 kişiydik: ben –ki evden biri sayılmazdım ama bu yine de salonun ortasında Nuriye Teyze’nin osuruğunu içime çekmediğim anlamına gelmiyordu, Süleyman –ki o evin sevilen oğlu olarak osuruğu içine çekiyor ve sırf bana inat olsun diye büyükannesine ses çıkarmıyordu, Yeliz- evin güzel ama beyinsiz hatunu, Davut- evin babası; evine ekmek getiren Türk erkeği, eski milli güreşçi, Nurten- evin annesi, yağlı pişi ustası, çocuklarının anası ve Nuriye Teyze, uzayda neden yer kapladığını asla anlayamayacağım hatun kişi, torunlarının ninesi, küfür etmekten hoşlanan kadın, kıllı bacaklarının ve buruşuk teninin ardında bir troll besleyen garip yaratık.

Nuriye Teyze gözlüklerinin ardında belerttiği kocaman gözleriyle bana bi baktı ki offf o ne bakış. Hemen kafamı önüme eğdim ve sesimi kestim. Daha sonra teyzeden çok net bir damak şaklatış efekti geldi. Duvarda yankılandı şaklama ve yavaş yavaş yok oldu. O şaklatma efekti bana gerekli olan her şeyi anlatmıştı. “Burası benim alanım,” diyordu ses, “Sakın bi daha benim bin bir yemek parçacığıyla oluşmuş kokuma laf etme ve alanıma işemeye asla çalışma, yoksa alırım seni aşağı!”

Yan gözle Süloya baktım. Adam bu kadar mı sevinir arkadaş! Kıkır kıkır kıkırdamalar. Öyle bi eğleniyor, öyle bi keyfi yerinde ki sanki bahar başında hatun bulmuş, her gün sağda solda it gibi takılıyor zanneder adamı gören! Ama nerdeee süloda o meziyet. Mal gibi evde oturur bütün gün, arada bi konsere gider dünyanın en sosyal adamı olur. İşte budur sülo. Tamam her şey iyi hoş da peki ben neden bu garip 5liyle lost izliyorum?

“Anane bak anladın mı Jack’in gelecekteki halini gösteriyor şimdi. Şehre geri dönmüş….” Gerizekalı Yeliz’in diziyi benden daha iyi anlamasına mı yanayım yoksa Büyükannenin çok sıkı bi lost fanı olmasına mı şaşırayım bilemiyorum ama bıraksan 82 yaşındaki Nuriye Teyze bütün gün Sawyer tişörtüyle gezer yemin ederim. Ya da onun deyişiyle Seyvir.

“Gızım o sarı saçlı iri oğlan da gelmemiş miydi şehre, ona noldu o da badem gözlü gızın (kate) aşığı deeel miydi ki?”

Büyükanne Sawyer’dan bahsederken, gözlerinin büyüdüğünü, dudaklarında köpüklü tükürük birikintilerinin oluştuğunu görebiliyordum. “Yapma,” dedim kendi kendime. “Yapma Nuriye Teyze 82 yaşındasın beni daha fazla şaşırtma bu gece!” Hoppa! Tam bunu düşünürken arkamdan bi şey bana doğru yaklaştı ve çıplak olan kolumu çimdikleyiverdi. Bi an sülonun ayarsız şakalarından biri sandım ama yooook! Bu Nuriye Teyze’nin çimdiğiydi. Kıllı ayak başparmağı ve onun yanındakinin yardımıyla attığı o efsane çimdik! Mahallede kaç çocuğun kabuslarında vardı o kıllı ayaklar size anlatamam. Nuriye, ayak parmaklarıyla yazı yazabilecek yetiye sahip dünyadaki tek büyükanneydi belki de!

“Yuh ama Nuriye Teyze ya! Yuh yaa! Morarttın resmen!” diye inledim kadının kelpeten gibi parmaklarını tenimden koparıp atmaya çalışırken. “Galk da badem getir hele bana el oğlu,” dedi pek donuk bi tonda sonra hemen ekledi, “durdur lan gıız şunu, ne deyoonuz ıstopa bi basıveren yok mu!?”
Sanırısın koynundan bebeğini çalıyolar kart Nuriye’nin. A dostlar yetişin nidalarıyla bi celallenme bi çoşma, ulan 82 yaşındasın lost senin neyine be teyze ya!! Hadi lostu anladım bi şekilde, ayak parmaklarıyla çimdik atma nedir be teyzem?! Baktım o ara sülo gülmekten kıpkırmızı olmuş. Ama Nuriye Teyze ona bırakır mı ortamı, hemen yapıştırdı balyoz gibi eliyle tokadı sülonun al yanacıklarına. “Sen de gancıklık yapma züleyman! Hâlâ bi gelin getiremedin, ananın salçalı yimeglerinden dada dada götün oldu ganepe gadar, bi de gülüyon pişmiş gele gibi!” O an gülme sırası bendeydi işte. “Oh,” dedim içten içe “Sonunda mal Süleyman da yedi tokadı!” O sırada arkadan bi tekme çıktı, sanırsın kadın 40 yıllık tekvandocu. Aldı attı beni salonun ortasına. “Yani Nuriye Teyze şu yaşımda yerden yere vurdun ne deyim ben daha sana,” diye inledim. Nakavt olmuş bi boksör gibi gururum benimle birlikte yerlerde sürünüyordu. “Bademleri getir el oğlu, gonuşuyon ama ben duymuyom,” dedi. Yeliz mal gibi sırıtıyor, Davut amca sakallarını kaşıyıp “Kusura bakma evlat,” der gibi kaş göz yapıyor, Nurten Teyze ise donmuş ekrandaki çıplak Sawyer’ın şişmiş göğüslerini süzüyordu. Sonra onun bakışlarını yakaladığımı görünce bi irkildi bi kendine geldi falan ama ben yakalamıştım artık gerisi boş Nurten Teyze.

O an anladım ki hayatımdaki en gereksiz 5 figürle oturup lost izlemenin hiç bi anlamı yoktu. “Tamam,” dedim, “Hemen getireyim senin bademlerini mis kokulu anam,” diye gittim mutfağa. Bademleri aldım, buzdolabındaki altılık birayı da kaptığım gibi sessizce çıkıp gittim evden. 30-40 metre uzaklaşınca deli bi haykırış geldi uzaklardan. İşte o an suratıma bi gülümseme yayıldı, biradan büyük bir yudum aldım, bi kaç badem attım ağzıma ve evimin yolunu tuttum. Hayat lost 5lisinden uzakta daha güzeldi. Badem tatlı, bira köpüklü ve yollar mis gibi kokuyordu.

görsel

öperim hepinizi...

18 Nisan 2011 Pazartesi

-mim- fight to get it back again diyelim o halde!


Güzel olan şeyleri geri almak lazım, daha önce onlar bizim olmasa bile bi şekilde onları dudaklarından öpmek lazım!

efenim ucu açık işler tarafından mimlenmişim, ee madem mimlendim yazayım dedim ben de. Mim Konusu: ruh halinizi bir söz, bir şarkı bir çalgı bir çengi, işte ne bileyim belki bir vidyo belki bir resimle anlatmakmışşş.. Aydede de anlatmış elinden geldiğinceee..

eveeeeeeeeeeeeeeet İzmir'den döndüm, eski dostlarla görüştüm, yeni arkadaşlarla tanıştım, neşeli sohbetlere daldım, bol bol imza attım (fuarda cıbıl göbüş imzaladım-şaka değil, yaşasın 6.45!!) epey içtim ama yine sarhoş olmadım, sabahları sodamı içip ağaçların altında gerinirken garip tesadüfler yaşadım, mırıl mırıl mırıldanan kedişlerle yürüdüm, her zaman bi şeyler fısıldamaktan hoşlanan öykücü ağaçların altında eski arkadaşlarla kahvaltı yaptım, akşam oldu balık yedim rakı içtim, bi kaç dubleden sonra denize usul usul ilerleyip zavallı çipuranın ailesine özürlerimi ilettim, balığını midesine büyük bir iştahla indiren arkadaşımın tabağındaki balığın içinden bi yüzük çıkar mı diye düşündüm, sonra vazgeçtim böyle saçma şeyleri düşünmekten, yağmurun altında yürüdüm deli gibi ıslandım, bi dilenciyle uzun uzun konuştum sonra dediklerinden hiçbi şey anlamadığımı fark edip sessizce uzaklaştım yanından; Sonra fark ettim ki dilenci konuşmasına devam etti, kısacası dilencinin benimle değil de kendiyle konuştuğunu oldukça geç fark ettiğimi anladım, İstanbul'dan sıkıldığımı İzmir'i özlediğimi fark ettim, İzmir sokaklarında hiç de az anım olmadığını; kiminin iyi kiminin kötü olduğunu düşünüdüm, sonra bu anı yumaklarının üzerine hiç de kısa sayılmayacak aradan sonra bi sigara yaktım, o sigaranın baldan tatlı geldiğini düşündüöm ve dumanı Alsancak'a bırakarak ilerledim, akşam arkadaşlarla çokça içtikten sonra bi dostumun evine neşeyle dönerken yumurta yiyen insanlar gördüm ve yine anlam veremedim bu işe, (içtikten sonra yumurta yenmese keşke ıyyy) kibar şoförlerin de olabildiğini fark ettim, İzmir'in kızlarının gerçekten güzel olduğunu bir kere daha anladım... kısacası güzel İzmir'de güzel şeyler yaşadım...

mimlenen mimozaların mimi düşsün, hanimiş benim mimilerim.. mimlenenler, illa da birilerini mimleyecek diye bi şey yok delirmeyin. başka işiniz mi yok allaşkına. İsteyen mimler istemeyen mimlemez, birisi daha mim derse ağzını burnunu kırıcam ona göre!

zeugma
zoitsa
aslısın
içimdekihayvanlar
bohemianvibes

öperim hepinizi...

13 Nisan 2011 Çarşamba

İzmir Kitap Fuarı'nda İmza Dağıtıyorum Haberiniz Olsun!



16. İzmir Kitap Fuarı'nda 16 Nisan Cumartesi ve 17 Nisan Pazar günleri 2. Salon
606A Laika standında Ozanın Şarkısı ve Tılsım-ı Kudret'i imzalayacağım. Sohbet, muhabbet ve bol bol imza için beklerizzz...

öperim hepinizi..

31 Mart 2011 Perşembe

boru değil o boru değil!


Cenklerin evinde her kalışımda ananesinin gecenin bi yarısı “İsrafil’in borusu!” diye ortalığı birbirine katmasından bıktım usandım arkadaş! “Gelliyollar, boru çalındı gızım, haydi vakit geldi!” diye bi koşuşturmaca! Teyzem tamam hadi boru çalındı diyelim, nereye hadi? O boruyla zaten boku yemiş olucaz daha nereye? sürekli bi yerlere gitme çoşkusu? Antalya’ya mı? Bodruma mı? İskenderuna mı? Rakıya mı balığa mı? bi yat uyu yaş olmuş 102!
Yani yatmadan önce içilen onca içki de fayda etmiyor kadıncağızın borozan gibi sesini bastırmaya. Hayır çalınan İsrafil’in borusu olsa tamam eyvallah diyeceğim ve yorganı üzerime çekip bekleyeceğim ölümü ama değil ki! Üst kattaki piç kurusunun blok flüt seansları. Her defasında anlatmaya çalışıyorum yok teyzecim üst kattaki eşşoleşşek o, pezevenk bizim Cenk’e inat öttürüyo diye ama yok dinletemiyorum. Bildiği tüm duaları okuyup salyalarıyla ikimizi de yıkamadan yatmıyor yatağa. Geçen akşam “tü tü tü” derken boğulacaktım resmen!
bi de tutturur onca atraksiyondan sonra türk kahvesi içilecek diye. heyecanı falan bastırırmış, bilmem ne! gecenin bi yarısı o sert koku, içilen içkinin midede çılgınlar gibi dans edişi, baharda aşık olmuş gibi takma dişlere şevkle sarılan ve gözlerimin içine dolan o siyah telve partikülleri, damak şaklatmalar ve offf off çok kötü..
Üst kattaki çocuk,sana sesleniyorum: blogumu okuduğunu biliyorum. Bi dahaki sefere gece blok flüt olayına girersen israfilin borusunu getiricem sana. söz bak!
Cenk sen de ananenle oturup adam gibi konuş abi ya, İsrafil falan gelmiyo de. Bu nedir anlamadım ki?

bu yazı için de bana görsel kullandırttınız ya bi şey söylemiyorum!

öperim hepinizi... güzel bi gece olsun!

30 Mart 2011 Çarşamba

3. karınca taburu, gerizekalı komutan ve beyinsiz devin hüzünlü hikayesi


“Kuzey orduları komutanı, iç oda müfettişi ve mutfak muhaberesi baş kumandanı Onur, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım,” dedi yokluktan bir ses. Kafamı, gömdüğüm yastıktan kaldırmam epey vakit aldı ya da zaman hayli yavaş işliyordu sabahın köründe. Bazen öyle olur ya, yavaş çekimde yaşıyormuşsunuz gibi gelir, yani bana olur, size olmaz mı hiç? Neyse, sol gözüm çapağın yılışıklığıyla kapanmış halde, zorla açtığım sağ gözümle sesin geldiği yöne baktım. Evet doğru görüyordum. Suratına siyah ayakkabı boyası sürmüş, uzun saçlarına tüyler takmış, kısa şortunun altında sırıtan beyaz Ankaralı bacaklarına boyalarla şeritler çekmiş Onur, yakın dostum karşımda duruyordu. İyi de neden bu kadar saçma bir haldeydi ki?!

“Manyak mısın oğlum bu halin ne lan?” dedim üzerimdeki örtüyü savurarak. Ağzımdan çıkan birkaç parça tükürük kütlesi dişlerime tutunmak istese de savrulup gittiler Onur’un üzerine. Silik çığlıklarını duyabiliyordum onlar savrulurken, bizi bu hıyarın üzerine atma diyorlardı..“Hatırla,” dedi sadece ve ben açık olan tek gözümü kısarak hatırlamaya çabaladım. Dün bir geliyor bir gidiyordu. Biraz zaman geçtikten sonra hatırladım. Onur evdeki karınca sürüsünü öldürmek için yanımdaydı! Dün epey konuşmuş, istemesek de karınca imhası konusunda fikir birliğine varmıştık. Ee tabii o kadar içki olunca da işi biraz oyuna vermiştik ne yapalım. Onura tekrar bakınca gülümsememe engel olamadım, işte o anda kapalı olan sol gözüm suratımdaki aptal esnemeyle açılıverdi. Saçmalık gözler önündeydi. Yarı nazi, yarı Kızılderili yarı İskoç savaş boyalı bi adam sabahın köründe odamda dikiliyor ve haydut karıncaları öldürme planlarını anlatıyordu. İşte tam o anda tiz bir çığlık duydum parkelerin üzerinde. Aman tanrım oradaydılar! Karıncalar baharın gelmesiyle yuvalarından çıkmış bu da yetmemiş gibi ikişerli düzende kol boyunda nizami ilerliyorlardı. “Savaş ancak ve ancak cahillerin oyuncağıdır!” diye çığıran öndeki gerizekalıyı duymuştum ve sinirlerim iyiden iyiye zıplamaya başlamıştı! Karıncaysa karıncalığını bilmeliydi, felsefe yapmak, kitap okumak, savaş hakkında ahkam kesmek insanların işiydi. Buna bi karınca karışmamalıydı, ayrıca ev benim evimdi ve onlar bizzat evimi işgal etmiş durumdaydılar!

“Hey, sen öndeki,” diye bağırdım karınca çetesine. Öndeki epey korkmuş olacak ki, nizami sıranın içine girip kaybolmaya çalıştı ama gözlerim fena görmez hemen yakaladım piç kurusunu! “Hey,” dedim tekrar. “Sen saklanmaya çalışan.” Rahatsızca saklandığı yerden çıktı. Güvenini tekrar toplamış gibiydi. “Bana mı söylüyorsun,” dedi iğnenin tahtaya sürtünmesiyle oluşan sese benzer bir tonda. “Bu yaptığınız düpedüz işgal!” dedim. “Hem evimi işgal ediyorsunuz hem de utanmadan her sabah otuzarlı kırklarlı topluluklarla nizami bi şekilde yürüyüp gövde gösterisi yapıyorsunuz, Hem de nizami bir şekilde!” diye çıkıştım. Nizami yürüyüşlere askerden beri kıl oluyordum da!

“Ev nerden senin oluyor?” demez mi küçük gerilla! işte sinir kat sayım o zaman son noktaya ulaştı ve kuzey orduları komutanıma şöyle bir baktım. Kitleleri imha edebilecek bir orospuçocuğu gibi baktığımı biliyordum ama o an kendimden tiksinmeyecek kadar sinirliydim. Sanırım insan haddinden fazla sinirli olunca kendi pisliklerini göremeyecek kadar gerizekalı oluyor. Onur, kalabalığı koca elleriyle dağıtmak için sabırsızlanıyordu, bunu seziyordum.
“Burası benim evim ve ben buraya ayda şu kadar kira ödüyorum ama siz hem bana hiç para vermiyorsunuz hem de otu boku tırtıklamakla kalmıyor bir de sabahın köründe orama burama girip beni huylandırıyorsunuz ulan!” diye bağırdım. Sesimdeki yırtıcı ton onlar için ufak çaplı bir fırtına etkisi yaratmıştı. bir kaçı sürüklenip yerde uzanan saç tellerime tutunmuş, bazıları ise fırtınanın şiddetine göğüs germişti. “Dünya hepimizin iri çocuk!” dedi bir diğeri, diğeri “Sahiplenmek ancak ayakları yere çakılı, hayal gücünden yoksun, mülkiyetçi ahmakların tarzıdır!” dedi. Çok sinirlendim. Çok çok sinirlendim.
“Oturup bi das kapital tartışalım oldu olacak,” dedim gözlerim sinirden sulanmaya başlarken. Ağlamak üzereydim. Yaşlı gözlerle Onur’a baktım. “Hepsini yakalım,” dedi kendinden geçmiş faşizan bir tavırla. “Hepsini yakalım ben çakmak getirdim bile!” Kendi evimde köle durumuna düşmüş gibi hissediyordum ama gerilla karıncanın da sonuna kadar haklı olduğunun farkındaydım. Ben kimdim ki dünyanın bir parçasını kiralamaya çalışıyordum?! O sırada dişi karıncalardan birinin öndeki cesur karıncanın antenlerini korkarak okşadığını fark ettim. Belli ki konuşan cesur karıncaya aşık dişi karıncaydı ve bu göreve, yani Göktuğ adındaki iri ve beyinsiz devle konuşma görevine, sonucu ölümle sonuçlanması muhtemel göreve onlar seçilmişti. Ben gerçekleri anlayıp bu cesur karıncaları sevgiyle kucaklamak üzereyken Kuzey orduları beyinsizi Onur çakmağı çakmıştı bile. Sonuçta o bir komutandı ve komutanlar her zaman çakmaklarını çakarlardı!

3. karınca taburu işte böyle yok oldu ama geceleri hâlâ aşık karıncaların seslerini duyuyorum. Birbirlerine kur yapıyorlar.. 3.taburun nizami yürüyüşünü hayal ediyor ve onlara das kapital okuyorum boş zamanlarımda. Arkadaşlarımla buluşmaya çıktığımda salonun ortasına koca bir pasta koyuyor ve sarhoş bir şekilde eve döndüğümde onu yerinde göremeyince 3. tabur adına bir oley çekiyorum! 4.taburu yok etmeye çalışacak kadar ahmak olmadığım ve 3.taburu sevgiyle andığım için beni az da olsa sevdiklerini hissedebiliyorum!

Görsel
öperim hepinizi..karıncaları sevin daha ne söyleyim..

23 Mart 2011 Çarşamba

Umarım süt banyosu yapıyosundur abi

“Ünlü olma hayallerimi çoktan terk ettim abi,” dedi Faruk. “Sırt çantamı alıp dünyayı dolaşamayacağımın da farkındayım,” diye ekledi umutsuzca ve önünde duran soğuk biradan bi yudum aldı. “Çok zengin bi adam olarak da ölmeyeceğimi biliyorum ve belki de hayatımın sonuna kadar en fazla 3 kızla birlikte olacağım,” dedikten sonra derin bi iç çekti. “Üniversiteyi de bitiremedim ve girdiğim işten de kısa zamanda atılacağıma şüphem yok. Hatta hayatımın sonuna kadar samsun 216 içebilecek bir yapıya büründüm yıllar geçtikçe, Ee abi zaten her şey bu kadar boktan giderken bi de Aslı niye beni terk etti o zaman?” –sessizlik-

Faruk’un sorusu çözülemeyen evrenin içindeki o mucizevi parçanın nerede olduğu, kara deliklerin zamanda yolculuğa imkan tanıyıp tanımadığı hatta piramitleri yapanların aslında kimler olduğu kadar gizemli değildi. Aslında cevap, Faruk’un anlattıklarının içinde gizliydi. Ve kızlar terk ederdi, erkekler ağlardı. Bu kadar basitti!



Faruk dediğimiz insan aslında mahallenin gözde çocuklarından olmuştu hep. Kum sahada avuç avuç toprak yerken mahallenin kızları tarafından fark edilmesinden sonra yıldızı parlamıştı. Ee tabii o yaşlarda kızlar böyle ilginç şeylere hasta oluyordu, kendi aralarında kıkırdayıp, Faruk’un ne ilginç bi tip olduğu hakkında konuşuyorlardı sürekli. O zamanlar eğer kıskaçlığımı biraz da genel kültürle birleştirebilseydim bunun demir eksikliğinden kaynaklandığını göğsümü gere gere haykırırdım fakat olmamıştı işte! Cehaletim yüzünden Faruk, mahallenin çizgiroman kahramanı oluvermişti bi kere, yapacak bi şey yoktu. Geçen yıllar Faruk’a daha çok popülarite kazandırdı ve gerçek bir çizgiroman kahramanı olma yolunda güzel adımlar atarak üniversiteye girdi. İşte ne olduysa o üniversitede oldu. Okulda çıkmaya başladığı Aslı yüzünden bir idiota dönüştü! Ama tabii bu acı gerçeği pat diye söyleyemiyordum Faruk’a. Aşk bazen insanı umulmadığı kadar tehlikeli yapabiliyrodu.

“İyi oldu be abi. Bak özgürsün artık. Gez, dolaş, takıl. Mutlu ol!” dedim biramdan iri bir yudum aldıktan sonra dişlerimi gösterip sırıtarak. Ama Faruk sırıtmıyordu. Sütü az koymak suretiyle, tencerede uzun süre pişirilmiş püre gibiydi; sandalyeye yayılmış öylece bana bakıyordu. “Ne dediğinin farkında mısın abi?” diye sordu sertçe. Bi an şaşırdım, kendimden şüphe ettim acaba yanlış bi şey mi söylemiştim? “Ne oldu abi?” diye sordum. “Aslıdan bahsediyoruz,” dedi hayli ciddi. “Yeryüzündeki en nadide parçadan!” Evet zor bir gece olacaktı ve zor gecelerden oldum olası nefret etmiştim.

Aslı'nın genç beyinleri yavaş yavaş emdiğinden, kısıtlayıcı tavrıyla Faruk’u modern bir köleye dönüştürdüğünden, bizimle görüşmesine bile zaman zaman engel olduğundan bahsetmek isterdim ama bunlardan bahsetmek Faruk’u o gece karşıma almak olurdu. Ben de Faruk’un temposuna yavaş yavaş uyarak konuşmanın akışına göre savrulmaya başladım.

Faaaakaat Faruk öyle bi içiyordu ve ben de sanki Faruk’u geçmem lazımmış gibi ona öyle bi ayak uyduruyordum ki saatler 3’ü gösterdiğinde çok pis kafayı bulmuştuk. Hayattan beklentisi kalmamış Faruk birden dünyayı eline geçirmeye çalışan adama dönüşerek pelerinini savurup karanlık kahkahalar atıyor, bense onun sadık çırağı konumunda yamru yumru kamburumu çıkarmış sinsi sinsi gülüyordum tek gözümü kısarak. “Aslıyı ele geçirmelisin,” diyordum tıslamaya benzer bir ses çıkararak. Tek bir amacımız vardı o da Aslı’nın tekrar Faruk’a dönmesini sağlamak. Şimdi düşününce Faruk’a çok sağlam küfürler ediyorum beni bu hale soktuğu için!

Parklardan bahçelerden güller, karanfiller, papatyalar çalarak nereden bulduğumuzu hatırlamadığım eski bavulun içine tıkıştırıyorduk. Faruk Aslı’yı ne kadar sevdiğinden bahsederken ben de ona Aslı gibi bi hatunu asla kaybetmemesi gerektiğini falan haykırıyordum. Sanki o an Aslı yanımızda olsa ve birisi ona yan gözle baksa kaşını gözünü patlatacakmış gibi hissediyordum. İçilen onca bira ve pısırık Faruk’un dünyayı kurtaran adam konumuna gelmesi sebep olmuştu buna sanırım ya da Aslı’nın hükmedici aurası, Faruk’un yanında çok fazla kaldığım için beni ele geçirmişti bilemiyorum ama olaylar hiç de iyiye gitmiyordu. Bahçelerden parklardan tonlarca çiçeği bavula doldurduktan sonra kızın evinin önüne dayandık. Bir Faruk bağırıyordu bir ben. “Aslıııı seni seviyoruuum!” “Eevet Aslııı seni seviyor!” “Hayatımın aşkısıııın!” “Doğru söylüyor aşkısıııın!”

Bunca yıl Faruk’un bir idiot olduğundan bahseden ben, o gece moronun önde gideni olmuştum. Komşular bizi öldürmeden kaçıp bi inşaatın arasına sığındık. Faruk deli gibi ağlıyor ben de ona her şeyin iyi olacağını söylüyordum. Ama biliyordum ki hiçbir şey iyi olmayacaktı. Aslı bir daha sitsen Faruk’a bakmayacaktı. Derken ben de başladım ağlamaya. Hüngür hüngür ağladık, salya sümük. Bir inşaat arasında başlık parası biriktiremediği için yavuklusunu ağanın oğluna kaptıran Cemal gibi, pavyonda tanıştığı hatunun bilmem kaç ay sonra, kötü şeyler yaptığını anlayan İbrahim gibi, zengin kocaya varan Ayşe’ye tutkun fakir Selami gibi ağladık.

Faruk’la o günden sonra bi daha görüşmedim. Bahamalarda süt banyosu yaptırmadığına ya da sırt çantasıyla dünyayı arşınlamadığına eminim. Aslı’nın ise olaydan sonra apartmandan taşındığını duydum. En azından bu biraz sevindirmişti beni.

hatırlanmak istenmeyen ama zinyonlara karşı da paylaşmaktan çekinmediğim bir anı.

görsel

Öperim hepinizi!

Bunu sevdiyseniz aşağıdakilere bitersiniz!

Related Posts with Thumbnails