7 Ekim 2011 Cuma

Buganwari Ekspresi




Buganwari Expresi'nde, etrafımdan hızla geçen ağaçları, bambudan yapılmış küçük evleri, besili inekleri ve sabahın ilk ışıklarını yutmaya çalışan doğu simli böceklerini izleyerek oturuyordum. Günlerdir trendeydik ama sanki hiç yol almamıştık; geçtiğimiz her yer birbirine benziyor, ikiz kasabalar farklı bir yere gittiğimizi anlamamıza engel oluyordu. Buganwari Expresi sanki zamanda ve mekanda yerinde sayıyordu! Nepal birası ise sabah sabah çok iyi gidiyordu inanın. Aslında akşamdan kalma olduğumuzu düşündüğümde sabah birasının tadı hayli gece kokuyordu diyebilirim. İçki o kadar ucuzdu ki rengimiz arpa sarısına, kokumuz ise mayalanmış inek dışkısına dönmüştü. Sabahın kör saatinde servise devam eden Jundaa isimli kadın bile bana güzel gelmeye başlamıştı o kadar içkiden sonra.

Kozmik soruların, bilgeliğin ve sonsuz yolculuğun tanrısı Ganesha’nın resmiyle süslü mavi yeşil masa örtüsü ellerimizin altında kıpırdanırken, Fred o gece içtiği 9 kutu birayı üst üste koymaya çabalıyor ve her devrildiğinde Fransızca küfür edip bizi güldürüyor, Alman Heloise en çok birayı kendisinin içtiğini kanıtlamak için Jundaa’ya kimin ne kadar içtiğini soruyor, İtalyan Terra ise yavaş yavaş uykuya dalmaya hazırlanıyordu. Aydınlanan gök, bize boşalan akıllarımız ve kızaran gözlerimiz için bol bol küfür ediyor olmalıydı. Ama kim ne derse desin, yolculuk biraz da küfür yiyince güzel oluyordu!

Yerimden kalktım ve iki kompartıman arasında bi sigara yaktım. Açık olan kapıdan dışarısı görünüyor ve rüzgar elimde tuttuğum sigaranın dudaklarına yapışmaktan çekinmiyordu. O an yaşlı Haruesna’nin zırvalarını hatırladım. Gecenin en parlak anında Ganesha’nın ortaya çıkıp yaşlı ormanlarda dolandığından ve onu görebilenlerin dileğinin gerçekleşeceğinden bahsetmişti birkaç gün önce. Haruesna çok bilge bir adamdı ve yaşına rağmen fantastik hayaller kurmaktan kendini alamıyordu belki de. Tam bunları düşünürken Haruesna’nın yeşil gözlerinden aşağı süzülüp beyaz sakallarının arasından yol alıp gerçeğe sürüklenirken, mavi bir parıltı oldu dışarıda. Korkudan mı heyecandan mı yoksa içtiğim onca ılık biradan mı bilmem, bacaklarım hareket edemedi. Daha sonra kendimi toparlayıp bir iki adım attım ve kafamı hızla giden trenden dışarı çıkardım. Saçlarım uçuşuyor, gözlerim doğu simli böceklerine çarpıyordu ve ben gittikçe uzaklaşan mavi bir siluete bakıyordum. Trenin karanlık bir tünelin içine girmesiyle ben de kendimi içeri atıverdim. Her yer karanlığa gömüldüğünde, aklım Ganesha olması muhtemel mavi pırıltıda kalmıştı. Baungvari denen yaşlı kaçık beynimin içinde dans ediyor ve dilek dilemem için kıçını yırtıyordu. Ama böyle hikayelerin gerçek olma ihtimalinin, evrenin bir erişte tabağında servis edilme ihtimali kadar olduğunu biliyordum. O yüzden aklıma gelen ilk şeyi dileyiverdim. Ne de olsa gerçekleşmeyecek bir dilek olcaktı, yani problem yoktu.

Etraf bir anda aydınlandı ve biranın köpüğüyle güzelleşen Jundaa karşımda beliriverdi. Milyoner olmak, evrenin sırlarını keşfetmek, bilinmeye sarılmak dururken ben Junda’yla sevişmeyi dilemiştim. O an içtiğim tüm Nepal biraları ağzıma doldu ve oradan dışarı çıkıverdi ama tüm bu iğrençlik Jundaa’nın umurunda bile değildi. Kadının Chitwan mağaralarını andıran karanlık ağzının içinde kayboldum. Uzun zaman önce o mağaranın içinde yitip gitmiş dağcıların haykırışlarını duyabiliyordum. Etrafta kazma ve kürekler vardı, yürüyüş ayakkabıları ve sırt çantaları saçılmıştı dört bir yana. Karanlık beni sarmaladı. Sabah olduğunda bir daha içmeyeceğime dair yeminler edecektim. Eğer o gece o tehlikeli mağaradan çıkabilirsem belki de bir daha hiç içmeyecektim!!

öperim hepinizi...

Göktuğ Canbaba

küçük bi kediyi tişörtüne saran sıcacık bir ekim sabahı 2011

Hiç yorum yok:

Bunu sevdiyseniz aşağıdakilere bitersiniz!

Related Posts with Thumbnails