31 Mart 2011 Perşembe

boru değil o boru değil!


Cenklerin evinde her kalışımda ananesinin gecenin bi yarısı “İsrafil’in borusu!” diye ortalığı birbirine katmasından bıktım usandım arkadaş! “Gelliyollar, boru çalındı gızım, haydi vakit geldi!” diye bi koşuşturmaca! Teyzem tamam hadi boru çalındı diyelim, nereye hadi? O boruyla zaten boku yemiş olucaz daha nereye? sürekli bi yerlere gitme çoşkusu? Antalya’ya mı? Bodruma mı? İskenderuna mı? Rakıya mı balığa mı? bi yat uyu yaş olmuş 102!
Yani yatmadan önce içilen onca içki de fayda etmiyor kadıncağızın borozan gibi sesini bastırmaya. Hayır çalınan İsrafil’in borusu olsa tamam eyvallah diyeceğim ve yorganı üzerime çekip bekleyeceğim ölümü ama değil ki! Üst kattaki piç kurusunun blok flüt seansları. Her defasında anlatmaya çalışıyorum yok teyzecim üst kattaki eşşoleşşek o, pezevenk bizim Cenk’e inat öttürüyo diye ama yok dinletemiyorum. Bildiği tüm duaları okuyup salyalarıyla ikimizi de yıkamadan yatmıyor yatağa. Geçen akşam “tü tü tü” derken boğulacaktım resmen!
bi de tutturur onca atraksiyondan sonra türk kahvesi içilecek diye. heyecanı falan bastırırmış, bilmem ne! gecenin bi yarısı o sert koku, içilen içkinin midede çılgınlar gibi dans edişi, baharda aşık olmuş gibi takma dişlere şevkle sarılan ve gözlerimin içine dolan o siyah telve partikülleri, damak şaklatmalar ve offf off çok kötü..
Üst kattaki çocuk,sana sesleniyorum: blogumu okuduğunu biliyorum. Bi dahaki sefere gece blok flüt olayına girersen israfilin borusunu getiricem sana. söz bak!
Cenk sen de ananenle oturup adam gibi konuş abi ya, İsrafil falan gelmiyo de. Bu nedir anlamadım ki?

bu yazı için de bana görsel kullandırttınız ya bi şey söylemiyorum!

öperim hepinizi... güzel bi gece olsun!

30 Mart 2011 Çarşamba

3. karınca taburu, gerizekalı komutan ve beyinsiz devin hüzünlü hikayesi


“Kuzey orduları komutanı, iç oda müfettişi ve mutfak muhaberesi baş kumandanı Onur, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım,” dedi yokluktan bir ses. Kafamı, gömdüğüm yastıktan kaldırmam epey vakit aldı ya da zaman hayli yavaş işliyordu sabahın köründe. Bazen öyle olur ya, yavaş çekimde yaşıyormuşsunuz gibi gelir, yani bana olur, size olmaz mı hiç? Neyse, sol gözüm çapağın yılışıklığıyla kapanmış halde, zorla açtığım sağ gözümle sesin geldiği yöne baktım. Evet doğru görüyordum. Suratına siyah ayakkabı boyası sürmüş, uzun saçlarına tüyler takmış, kısa şortunun altında sırıtan beyaz Ankaralı bacaklarına boyalarla şeritler çekmiş Onur, yakın dostum karşımda duruyordu. İyi de neden bu kadar saçma bir haldeydi ki?!

“Manyak mısın oğlum bu halin ne lan?” dedim üzerimdeki örtüyü savurarak. Ağzımdan çıkan birkaç parça tükürük kütlesi dişlerime tutunmak istese de savrulup gittiler Onur’un üzerine. Silik çığlıklarını duyabiliyordum onlar savrulurken, bizi bu hıyarın üzerine atma diyorlardı..“Hatırla,” dedi sadece ve ben açık olan tek gözümü kısarak hatırlamaya çabaladım. Dün bir geliyor bir gidiyordu. Biraz zaman geçtikten sonra hatırladım. Onur evdeki karınca sürüsünü öldürmek için yanımdaydı! Dün epey konuşmuş, istemesek de karınca imhası konusunda fikir birliğine varmıştık. Ee tabii o kadar içki olunca da işi biraz oyuna vermiştik ne yapalım. Onura tekrar bakınca gülümsememe engel olamadım, işte o anda kapalı olan sol gözüm suratımdaki aptal esnemeyle açılıverdi. Saçmalık gözler önündeydi. Yarı nazi, yarı Kızılderili yarı İskoç savaş boyalı bi adam sabahın köründe odamda dikiliyor ve haydut karıncaları öldürme planlarını anlatıyordu. İşte tam o anda tiz bir çığlık duydum parkelerin üzerinde. Aman tanrım oradaydılar! Karıncalar baharın gelmesiyle yuvalarından çıkmış bu da yetmemiş gibi ikişerli düzende kol boyunda nizami ilerliyorlardı. “Savaş ancak ve ancak cahillerin oyuncağıdır!” diye çığıran öndeki gerizekalıyı duymuştum ve sinirlerim iyiden iyiye zıplamaya başlamıştı! Karıncaysa karıncalığını bilmeliydi, felsefe yapmak, kitap okumak, savaş hakkında ahkam kesmek insanların işiydi. Buna bi karınca karışmamalıydı, ayrıca ev benim evimdi ve onlar bizzat evimi işgal etmiş durumdaydılar!

“Hey, sen öndeki,” diye bağırdım karınca çetesine. Öndeki epey korkmuş olacak ki, nizami sıranın içine girip kaybolmaya çalıştı ama gözlerim fena görmez hemen yakaladım piç kurusunu! “Hey,” dedim tekrar. “Sen saklanmaya çalışan.” Rahatsızca saklandığı yerden çıktı. Güvenini tekrar toplamış gibiydi. “Bana mı söylüyorsun,” dedi iğnenin tahtaya sürtünmesiyle oluşan sese benzer bir tonda. “Bu yaptığınız düpedüz işgal!” dedim. “Hem evimi işgal ediyorsunuz hem de utanmadan her sabah otuzarlı kırklarlı topluluklarla nizami bi şekilde yürüyüp gövde gösterisi yapıyorsunuz, Hem de nizami bir şekilde!” diye çıkıştım. Nizami yürüyüşlere askerden beri kıl oluyordum da!

“Ev nerden senin oluyor?” demez mi küçük gerilla! işte sinir kat sayım o zaman son noktaya ulaştı ve kuzey orduları komutanıma şöyle bir baktım. Kitleleri imha edebilecek bir orospuçocuğu gibi baktığımı biliyordum ama o an kendimden tiksinmeyecek kadar sinirliydim. Sanırım insan haddinden fazla sinirli olunca kendi pisliklerini göremeyecek kadar gerizekalı oluyor. Onur, kalabalığı koca elleriyle dağıtmak için sabırsızlanıyordu, bunu seziyordum.
“Burası benim evim ve ben buraya ayda şu kadar kira ödüyorum ama siz hem bana hiç para vermiyorsunuz hem de otu boku tırtıklamakla kalmıyor bir de sabahın köründe orama burama girip beni huylandırıyorsunuz ulan!” diye bağırdım. Sesimdeki yırtıcı ton onlar için ufak çaplı bir fırtına etkisi yaratmıştı. bir kaçı sürüklenip yerde uzanan saç tellerime tutunmuş, bazıları ise fırtınanın şiddetine göğüs germişti. “Dünya hepimizin iri çocuk!” dedi bir diğeri, diğeri “Sahiplenmek ancak ayakları yere çakılı, hayal gücünden yoksun, mülkiyetçi ahmakların tarzıdır!” dedi. Çok sinirlendim. Çok çok sinirlendim.
“Oturup bi das kapital tartışalım oldu olacak,” dedim gözlerim sinirden sulanmaya başlarken. Ağlamak üzereydim. Yaşlı gözlerle Onur’a baktım. “Hepsini yakalım,” dedi kendinden geçmiş faşizan bir tavırla. “Hepsini yakalım ben çakmak getirdim bile!” Kendi evimde köle durumuna düşmüş gibi hissediyordum ama gerilla karıncanın da sonuna kadar haklı olduğunun farkındaydım. Ben kimdim ki dünyanın bir parçasını kiralamaya çalışıyordum?! O sırada dişi karıncalardan birinin öndeki cesur karıncanın antenlerini korkarak okşadığını fark ettim. Belli ki konuşan cesur karıncaya aşık dişi karıncaydı ve bu göreve, yani Göktuğ adındaki iri ve beyinsiz devle konuşma görevine, sonucu ölümle sonuçlanması muhtemel göreve onlar seçilmişti. Ben gerçekleri anlayıp bu cesur karıncaları sevgiyle kucaklamak üzereyken Kuzey orduları beyinsizi Onur çakmağı çakmıştı bile. Sonuçta o bir komutandı ve komutanlar her zaman çakmaklarını çakarlardı!

3. karınca taburu işte böyle yok oldu ama geceleri hâlâ aşık karıncaların seslerini duyuyorum. Birbirlerine kur yapıyorlar.. 3.taburun nizami yürüyüşünü hayal ediyor ve onlara das kapital okuyorum boş zamanlarımda. Arkadaşlarımla buluşmaya çıktığımda salonun ortasına koca bir pasta koyuyor ve sarhoş bir şekilde eve döndüğümde onu yerinde göremeyince 3. tabur adına bir oley çekiyorum! 4.taburu yok etmeye çalışacak kadar ahmak olmadığım ve 3.taburu sevgiyle andığım için beni az da olsa sevdiklerini hissedebiliyorum!

Görsel
öperim hepinizi..karıncaları sevin daha ne söyleyim..

23 Mart 2011 Çarşamba

Umarım süt banyosu yapıyosundur abi

“Ünlü olma hayallerimi çoktan terk ettim abi,” dedi Faruk. “Sırt çantamı alıp dünyayı dolaşamayacağımın da farkındayım,” diye ekledi umutsuzca ve önünde duran soğuk biradan bi yudum aldı. “Çok zengin bi adam olarak da ölmeyeceğimi biliyorum ve belki de hayatımın sonuna kadar en fazla 3 kızla birlikte olacağım,” dedikten sonra derin bi iç çekti. “Üniversiteyi de bitiremedim ve girdiğim işten de kısa zamanda atılacağıma şüphem yok. Hatta hayatımın sonuna kadar samsun 216 içebilecek bir yapıya büründüm yıllar geçtikçe, Ee abi zaten her şey bu kadar boktan giderken bi de Aslı niye beni terk etti o zaman?” –sessizlik-

Faruk’un sorusu çözülemeyen evrenin içindeki o mucizevi parçanın nerede olduğu, kara deliklerin zamanda yolculuğa imkan tanıyıp tanımadığı hatta piramitleri yapanların aslında kimler olduğu kadar gizemli değildi. Aslında cevap, Faruk’un anlattıklarının içinde gizliydi. Ve kızlar terk ederdi, erkekler ağlardı. Bu kadar basitti!



Faruk dediğimiz insan aslında mahallenin gözde çocuklarından olmuştu hep. Kum sahada avuç avuç toprak yerken mahallenin kızları tarafından fark edilmesinden sonra yıldızı parlamıştı. Ee tabii o yaşlarda kızlar böyle ilginç şeylere hasta oluyordu, kendi aralarında kıkırdayıp, Faruk’un ne ilginç bi tip olduğu hakkında konuşuyorlardı sürekli. O zamanlar eğer kıskaçlığımı biraz da genel kültürle birleştirebilseydim bunun demir eksikliğinden kaynaklandığını göğsümü gere gere haykırırdım fakat olmamıştı işte! Cehaletim yüzünden Faruk, mahallenin çizgiroman kahramanı oluvermişti bi kere, yapacak bi şey yoktu. Geçen yıllar Faruk’a daha çok popülarite kazandırdı ve gerçek bir çizgiroman kahramanı olma yolunda güzel adımlar atarak üniversiteye girdi. İşte ne olduysa o üniversitede oldu. Okulda çıkmaya başladığı Aslı yüzünden bir idiota dönüştü! Ama tabii bu acı gerçeği pat diye söyleyemiyordum Faruk’a. Aşk bazen insanı umulmadığı kadar tehlikeli yapabiliyrodu.

“İyi oldu be abi. Bak özgürsün artık. Gez, dolaş, takıl. Mutlu ol!” dedim biramdan iri bir yudum aldıktan sonra dişlerimi gösterip sırıtarak. Ama Faruk sırıtmıyordu. Sütü az koymak suretiyle, tencerede uzun süre pişirilmiş püre gibiydi; sandalyeye yayılmış öylece bana bakıyordu. “Ne dediğinin farkında mısın abi?” diye sordu sertçe. Bi an şaşırdım, kendimden şüphe ettim acaba yanlış bi şey mi söylemiştim? “Ne oldu abi?” diye sordum. “Aslıdan bahsediyoruz,” dedi hayli ciddi. “Yeryüzündeki en nadide parçadan!” Evet zor bir gece olacaktı ve zor gecelerden oldum olası nefret etmiştim.

Aslı'nın genç beyinleri yavaş yavaş emdiğinden, kısıtlayıcı tavrıyla Faruk’u modern bir köleye dönüştürdüğünden, bizimle görüşmesine bile zaman zaman engel olduğundan bahsetmek isterdim ama bunlardan bahsetmek Faruk’u o gece karşıma almak olurdu. Ben de Faruk’un temposuna yavaş yavaş uyarak konuşmanın akışına göre savrulmaya başladım.

Faaaakaat Faruk öyle bi içiyordu ve ben de sanki Faruk’u geçmem lazımmış gibi ona öyle bi ayak uyduruyordum ki saatler 3’ü gösterdiğinde çok pis kafayı bulmuştuk. Hayattan beklentisi kalmamış Faruk birden dünyayı eline geçirmeye çalışan adama dönüşerek pelerinini savurup karanlık kahkahalar atıyor, bense onun sadık çırağı konumunda yamru yumru kamburumu çıkarmış sinsi sinsi gülüyordum tek gözümü kısarak. “Aslıyı ele geçirmelisin,” diyordum tıslamaya benzer bir ses çıkararak. Tek bir amacımız vardı o da Aslı’nın tekrar Faruk’a dönmesini sağlamak. Şimdi düşününce Faruk’a çok sağlam küfürler ediyorum beni bu hale soktuğu için!

Parklardan bahçelerden güller, karanfiller, papatyalar çalarak nereden bulduğumuzu hatırlamadığım eski bavulun içine tıkıştırıyorduk. Faruk Aslı’yı ne kadar sevdiğinden bahsederken ben de ona Aslı gibi bi hatunu asla kaybetmemesi gerektiğini falan haykırıyordum. Sanki o an Aslı yanımızda olsa ve birisi ona yan gözle baksa kaşını gözünü patlatacakmış gibi hissediyordum. İçilen onca bira ve pısırık Faruk’un dünyayı kurtaran adam konumuna gelmesi sebep olmuştu buna sanırım ya da Aslı’nın hükmedici aurası, Faruk’un yanında çok fazla kaldığım için beni ele geçirmişti bilemiyorum ama olaylar hiç de iyiye gitmiyordu. Bahçelerden parklardan tonlarca çiçeği bavula doldurduktan sonra kızın evinin önüne dayandık. Bir Faruk bağırıyordu bir ben. “Aslıııı seni seviyoruuum!” “Eevet Aslııı seni seviyor!” “Hayatımın aşkısıııın!” “Doğru söylüyor aşkısıııın!”

Bunca yıl Faruk’un bir idiot olduğundan bahseden ben, o gece moronun önde gideni olmuştum. Komşular bizi öldürmeden kaçıp bi inşaatın arasına sığındık. Faruk deli gibi ağlıyor ben de ona her şeyin iyi olacağını söylüyordum. Ama biliyordum ki hiçbir şey iyi olmayacaktı. Aslı bir daha sitsen Faruk’a bakmayacaktı. Derken ben de başladım ağlamaya. Hüngür hüngür ağladık, salya sümük. Bir inşaat arasında başlık parası biriktiremediği için yavuklusunu ağanın oğluna kaptıran Cemal gibi, pavyonda tanıştığı hatunun bilmem kaç ay sonra, kötü şeyler yaptığını anlayan İbrahim gibi, zengin kocaya varan Ayşe’ye tutkun fakir Selami gibi ağladık.

Faruk’la o günden sonra bi daha görüşmedim. Bahamalarda süt banyosu yaptırmadığına ya da sırt çantasıyla dünyayı arşınlamadığına eminim. Aslı’nın ise olaydan sonra apartmandan taşındığını duydum. En azından bu biraz sevindirmişti beni.

hatırlanmak istenmeyen ama zinyonlara karşı da paylaşmaktan çekinmediğim bir anı.

görsel

Öperim hepinizi!

21 Mart 2011 Pazartesi

Kambur İbrahim'in gözünden Hazerfan'ın semada süzülüşü




Galata Kulesi’nin çıplak ayaklarının altında uzanıp, afyondan kızıla çalmış gözleriyle semayı seyre dalan Kambur İbrahim, İstanbulluların kabuslarının ve türlü hayallerinin mimarı olan tılsımlı sislerin koynuna sokulmasına ses etmeden mırıldanıyordu kendince. Kan rengindeki Ahdur, nam-ı diğer Kafir Öldüren şarabını içmekten çatlamış, pul pul olmuş dudakları rüzgarın naif okşayışını hissetmekten pek uzaktı o gece. Semanın koynunda uçuşan martıların türküsüne eşlik ederken gördüğü, neredeyse bir insan boyundaki kuşun, yorgun gözlerinde parlamasıyla aniden irkildi ve doğruldu istemsizce. Yumru yumru olmuş sırtını Galata Kulesi’nin göğsüne yasladı ve süzdü uçan büyük kuşu hayretle. Dev kuş neredeyse bir insan boyundaydı ve gözleri onu yanıltmıyorsa Galata’nın bulutlara uzanan boyu yüksekliğinde süzülmekteydi bir tüy kadar sessiiiz ve narince. Kambur İbrahim, semanın simasında usulca kaybolup tee karşı kıyıya doğru kanat çırpan bu büyük kuşu izledi uzun bir süre. Korkudan güp güp atan kalbi ya afyondan sersemlemiş ya da şarabın ateşiyle kavrulup gitmiş olmalıydı, yoksa büyük kuştan korktuğu falan yoktu tabii ki! Sessizce yerine oturdu ve kuşun, afyonun süt beyaz dumanıyla şekillenmiş, şarabın kanıyla biçimlenmiş olduğunu tekrarladı kendine. Afyonlanmış sözcükleri, göğsünü parçalayıp dışarı çıkmak niyetinde olan yorgun kalbine söz geçirdi nihayet! Gördükleri hayaldi elbet; yoksa ne işi vardı bir insan boyundaki kuşun Galata’nın tepesinde?!

Hazerfan’ın Galata’nın tepesinden ilk uçuş denemesi işte böylece sonuçlandı. Kimse görmedi deli mucidin süzüldüğünü Kambur İbrahim’den başka. Kambur İbrahim’se gördüğünü unuttu ve tekrar seyre daldı afyonlanmış semayı büyük bir aşkla...

Güne Tuluyhan Uğurlu'nun muhteşem melodileriyle başlamanızı istemiştim ama biraz geç kaldım zira saat 1 olmuş :) Ben de bunu telafi etmek için size hemen bi kaç dakikada kısa bir öykücük yazıverdim.. keyifle okuyup dinleyiniz zira Tuluyhan beyler insanın ruhunun derinliklerine nasıl ineceğini pek iyi biliyor..

Öperim hepinizi!

17 Mart 2011 Perşembe

Kokan Melahat Ve Şoför İbadullah'ın Tanışma Hikayesi



Evet, size az sonra güzel kokulu bir seyahat anısı anlatacağım ya da kibar otobüs şoförlerinin naif ruh hallerinden bahsedeceğim demek isterdim fakat okuyacağınız, dünyayı kendinden geçirecek kadar kötü bir kokuya sahip Melahat Teyze’yle, kötü şoför İbadullah’ın kavuşma hikayesidir dostlar. Ya bu eleman bu hikayeleri kıçından mı sıkıyo demeyin sakın. Ya da isterseniz deyin sonuçta bu hikayenin geçekliğini değiştirmeyecek! Okudukça bana hak vereceksiniz hatta şanslıysanız Kokarca Melahat’in ter kokusunu burun deliklerinizde hissedecek ve İbadullah beylerin çatlak sesinin kulaklarınızda yankılanışını duyabileceksiniz.

Sıkış tıkış bir otobüstü. Adım atmak, ilerlemek pek zordu. Sabah saatleri, herkes sinirli, gergin ve kavgaya meyilliydi. Otobüse yeni binmiştim ve ön kapının kıçımı sıkıştırmaması için büyük çaba sarf ediyordum. Otobüsün kapısı sabah sabah çok aç olmalıydı, ağzı sulanmış halde bakıyordu bana. Sıcak bir çayın yanında kıçımı kemirmek ister gibi bir hali vardı kapının. Hikayenin kahramanları kokan Melahat ve Şoför İbadullah bana en fazla birkaç insan uzaktalardı; diğer günlerdeki mesafelerini aratmıyorlardı yani. Ha bi de sümüklü muavin vardı ama o pek kahraman sayılmazdı! Her sabah aynı insanlarla aynı otobüsteydik ve artık ortak bi amacımız olduğunu düşünmeye başlamıştım. 2012'ye yaklaşıyorduk ve belki de dünyayı kurtaracak o kayıp ekip bizdik!
Kapı kıçımdan uzaklaşsın diye her adım attığımda Melahat’in kokusu beni yakalamaya başarıyordu. Melahatın kokusu bana ölümüse sarılıyordu.

“Ya arkadaş neden her gün aynı iğrenç kokuyu sıkarsın kendine? Tamam anladım ter kokusu beter bi şey ve sen onu kapatmak niyetindesin ama neden bu kokuyla?!” diye söyleniyordum kendi kendime. Koku, orta çağ zindanlarında 2 ay yatan bir adamın, hac yolculuğuna çıkan ölümün eşiğindeki bi teyzeyi kucaklamasıyla şekillenip, üçüncü sınıf bir lokantada pişen patlıcan kızartması kokusuyla sevişmesi sonucunda ortaya çıkan garip, anlaşılmaz kara bir bulut gibiydi sanki!

İri göğüslü, kokan Melahat Teyze’nin göğüslerinin arasında 4. durağa gelmek üzereydim. Yaklaşık 3 aydır aynı otobüste mal İbadullah’ın Melahat’e aşkını ilan etmesini beklemediysek namerdim. Kendine güveni pek az olan Şoför İbadullah Bey her sabah olduğu gibi çatlak sesiyle muavini azarlıyordu o sıra. Sanırım Melehat’e yaklaşmak için muavinin tüylü bıyıklarını kullanıyordu. Çocuğun bıyıklarıyla falan dalga geçip kadına sempatik görünmeye çalışıyordu yani. Ben de dahil tüm otobüs ahalisi adama tiksinerek bakarken Melahat Teyze nedense pek bi neşeli pek bi işveliydi. -Melahat Teyze’nin her sabah nereye gittiğini evreni oluşturan o bilinmez parçacıktan daha fazla merak ediyordum.- İbadullah’ın pasif tavrı mı geriyodu beni yoksa Melahat’in kokusu mu bilemiyorum ama otobüs içindeki gergin bekleyiş beni kokulara karşı sanki daha duyarlı hale getirmişti. İbadullah, kadına açılamadıkça gaza daha sert basıyor, Melahat de İbadullah açılamıyor diye daha beter kokuyodu. Aylardır iki manyağın birbirine açılmasını bekleyip durmuştum. Hatta önceki işimden ayrılmama rağmen 3 haftadır sabahın köründe kalkıp İbadullah’ın otobüsüne binmem de işte bu imkansız aşkın başlamasını görmek içindi! Şoför İbadullah ve Kokan Melahat Teyze’nin kavuşamayan elleri üzerimde ağır bir yük oluşturmaya başlamıştı.

Umutlarım yok olmak üzereyken birden bir şey oldu. Mucizevi bir şey. Melahat Teyze’nin eli demirlerden kayıverdi ve benim üzerime doğru hızla gelmeye başladı. Olay, saniyenin bilmem kaçında olduğu için yerimden çok az kıpırdayabildim. Melahat Teyze’nin hayli terli iri göğüsleri suratıma mike tyson’dan daha beter iki yumruk attıktan sonra ben durumun şaşkınlığıyla yere düşerken Melahat Teyze de öne doğru, Şoför İbadullah’ın kucaklarına atıverdi kendini. Ben göğüsler tarafından yere serilmişken sert fren sesi kulaklarımda çınlıyordu. Tüy bıyıklı muavin birden ona kadar sayıyordu tepemde ve Melehat Hanım’ın gözleri İbadullah’ınkilerle buluşmuştu o an. Otobüste çıt çıkmıyordu. Onca fren ve karmaşadan sonra tüm sesler kesilmişti çünkü otobüs ahalisi için bu oldukça mucizevi bir andı.

Tüy bıyıklı muavin 6’ ya gelmişti bile. Çok hızlı sayıyordu piç kurusu! Ben kalkmaya çalışıyor ama beceremiyordum. O sırada İbadullah konuştu. “İyi misiniz Melahat Hanım?” diye sordu. Otobüs ahalisinden bir uuuuvvvv! nidası yükseldi ansızın. Melahat Hanım, “İyiyim teşekkür ederim. Hayatımı kurtardınız,” dedi hayli işveli. Abartı bir karşılıktı ama nihayetinde bir karşılıktı işte. Aylardır beklenen bir karşılıktı ve pek değerliydi!! Muavin "10," dedi sırıtarak. Göğüsler tarafından nakavt edilmiştim, Edrııyııın! diye sesleneceğim bir aşkım da yoktu ortalıkta ama 3. sınıf bir Amerikan filmindeki aşık çiftleri alkışlama gerizekalılığına benzer bir alkış koptuğunu duyabiliyordum. Belki bir daha asla ringlere geri dönemeyecektim belki de önümüzdeki maçlara bakacaktım artık, o halde tam kestiremiyordum ne yapacağımı ama önemli olan İbadullah ve Melahat’in kavuşmuş olmasıydı. Kavuşmuş olmaları ve bu olayın otobüs tarihine "yeni bir çağın başlangıcı" olarak geçmesiydi!

öperim hepinizi!

12 Mart 2011 Cumartesi

Bok Böcekleriyiz!



...Okyanusun suratını okşayan Ko Tao pansiyonunda sabah olmak üzereydi. Vung tırtılları yaprakların üzerinde belki de bir insanın gösteremeyeceği bir öz güvenle dişi vungları ayartmaya çalışıyor, Thai kedileri mor pırpır böceklerini avlamaya uğraşıp bi şekilde kendilerince doğanın dengesini yerine getirdiklerini zannediyordu; doğadaki düzen acımasızdı ne de olsa. Bize gelince, biz sadece acımasız düzenin içindeki bok böcekleriydik, yüzlerce yılda oluşturmayı başardığımız anlamsız, dahası zararlı dünya düzenini kıllı bacaklarımız yardımıyla kum tepelerinden yukarı taşımaya çalışan, çalışkan ama faydasız bok böcekleri!...

Ko Tao günlüklerimden bir paragraf. sene 2008'di sanırım. Bok böceği olduğumu fark ettiğim anda, Ko Tao pansiyonun merdivenlerinde oturup okyanusa bakarken işte bu velet geçiyodu kumsaldan. Kaptım makinemi çektim çocuğu. Güzel dalgalar vuruyodu o gün pansiyonun kıçına, aydınlatıcı dalgalar... Özlemişim evet!

2günde bi post girmeye başladım bu iyi bi şey değil beni uyarın!

fotoğrafım

öperim hepinizi!

Bunu sevdiyseniz aşağıdakilere bitersiniz!

Related Posts with Thumbnails