20 Şubat 2012 Pazartesi

Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği'ni Kurduk, Sitemizi açtık...



FABİSAD, Türkiye’nin Fantastik, Bilimkurgu ve Korku üreticilerinin bir araya geldiği, türün ülkemizdeki gelişimini, sanatçıların korunmasını ve bilinirliklerinin yükselmesini, okur ve takipçi kitlesinin artırılmasını, daha nitelikli eserlerin ortaya çıkmasını ve hayal gücünün öneminin anlatılmasını amaçlayan bir dernektir. FABİSAD olarak Fantastiği düşlenemeyecek hiçbir şey bırakmayan, Bilimkurgu’yu akla ve bilimsel düşünceye ilgiyi artıran, Korku’yu da insanoğlunun kendini ve korkularını anlamasını sağlayan türler olarak görüyor, insanlığa ve gençliğe çok şey kattıklarını düşünüyoruz.

Derneğimiz amaçları doğrultusunda bu türlerdeki tüm üreticileri ve takipçileri birleştirmek için çalışacaktır. Verilen yapıtların doğru anlaşılması, tasnif edilmesi için ödüller verecek ve yayınlar yapacaktır. Eğitici seminerler ve toplantılar düzenleyecektir.

Fabisad Logosu’nun ilham kaynağı; Simurg Anka ve Kaf Dağı efsanesidir. Bu efsane aynı zamanda Fabisad’ın kuruluş felsefesini de özetlemektedir.

FABİSAD

7 Şubat 2012 Salı

gölge dergide çıkan öyküm "Blue Yak'ta Akşam Yemeği"



gölge dergi ye buradan da ulaşabilirsiniz...

Blue Yak’ta Akşam Yemeği


Şık Nepal restoranı Blue Yak’tayım. Burası Nepal’in geneline yayılmış köhne yerlerden biraz daha farklı. Buraya Yak yününden köşeyi dönenler, tehlikeli ara sokak uyuşturucu satıcılarını çalıştıranlar, turistleri kerizleyen ve sıkı fahişelerle yatan tur acentesi sahipleri ve ne bok yaptığını bilmediğim şişko adamlar geliyor! Peki burada benim ne işim var? Zengin olmadığım ayağımda çürümeye yüz tutmuş konverslerden belli. Sırt çantasını yüklenip yollara düşen ve iki haftada bir banyo yapabilen biri gibi görünüyorum ve görüntüm kesinlikle doğruyu söylüyor. Ne bir birikimim var ne de altmışını geçmiş yaşlı bir kadınla yatıyorum. Uyuşturucu satmıyorum ama ara ara düşünüyorum bu işi yapmayı. O an Blue Yak adlı restorandayım ve orada olmam kesinlikle şansımın bana bir armağanı.

Blue Yak’ın geniş kırmızı salonunda dans eden çiftler var. Uzun şampanya bardakları masalarında birbirleriyle sohbet ediyor onlar dans ederken ve o şampanyaları sadece birbirleriyle sohbet etmek için aldıkları belli; tek bir yudum bile alınmamış içkilerden! Ben ılık Nepal birası içiyorum. Sanırım beşinci biram. Tam emin değilim. Tavandan sarkan büyük avize yüzümü aydınlatıyor ve gerçekten mutlu hissediyorum kendimi.

Yak restoranına geliş hikâyem Nepal’de yaşadığım diğer şeylere oranla pek de ilginç gelmiyor düşününe. Eco2000 adlı pansiyonun bana verilen odasında, yastığın rahmine sıkıştırılmış ve tarafımdan erken doğuma maruz bırakılan 5000 Rupi sağlıyor bunu. 100 lira falan bi şey yapıyor. O kadarcık mı demeyin, 5000 Rupiye haftalarca kalabileceğiniz yerler var burada. Çok az param olduğundan ve insanlar sürekli Yak restoranının harika yemeklerinden bahsettiğinden parayı bulduğum gibi soluğu burada alıyorum. Oturduğum yerin penceresinden dışarı baktığımda Everest’in zirvelerinde bana göz kırpan kar kümelerini görebiliyorum. Çonnolugma Sagramata deyip ılık biramdan sağlam bir yudum alıyorum. İçmeyi iyi bilirsen manzara olduğundan daha iyi görünebiliyor.

Ilık biramdan bir yudum alıyorum, düşündüğüm pek bir şey yok. Beni terk eden sevgilim çok uzakta ve ne halt ettiğini önemsemiyorum bile. Annem ve babam en son Tokyo’da çalışmaya başlamışlardı ve seslerini duyalı haftalar geçti. Küçük bir kardeşim olmadığı için şanslı hissediyorum kendimi. O sırada garson geliyor. Nepali adam beyaz kıyafetinin içinde sıkıntıdan ölmek üzere olduğunu söylüyor gözleriyle. “Ona bir tabanca versem,” diyorum kendi kendime, “Şüphesiz ki ne kadar piç kurusu varsa hepsini öldürür. Tercih yapar mıydım?” diye düşünüyorum o an. Evet, kesinlikle koca kıçıyla masaları devirerek dans eden kırmızılı kadın ölmeli ilk! Göz ucuyla koca kalçalı kadına bakıyorum tekrar ve verdiğim kararla gururlanıyorum. Silah var gücüyle patlıyor.

“İstediğiniz gülümseyen buda,” diyor ve gerçekten de önüme bir buda kafası koyuyor. Et, sebze ve bir sürü ıvır zıvırdan yapılmış pahalı yiyecek öylece sırıtıyor masamın üzerinde. Teşekkür ediyorum ve garson hemen çekip gidiyor. Sanki mutfağın kapısından başka bir diyara geçiyor ve buradaki sıkıcı yaşamını geride bırakıyor. Mutfağın kapısı koca kalçalı kadının üzerinden yükselen barut kokusuyla gizlenirken ben silahı belime sokuyorum.

Buda gülümsüyor her zamanki gibi. Onu yiyeceğimi biliyor ama yine de gülebiliyor neşeyle. “İşte buda olmak böyle bir şey!” diyorum kendi kendime. Öylece bakıyor bana. Dolgun dudaklı kel bir Hotei kafası önümde duran ve belki de bu deli restoran yüzünden budayı afiyetle yemeye başlıyorum. Bir yemek insana ancak bu kadar zevk verebilir! İlk önce dudaklarının tadına bakıyorum, sonra alnı gidiyor buda’nın. Biraz ara verip bi sigara yakıyorum. Tamamen keyif sigarası... Garson tekrar geliyor. “Burada sarma sigara içmek yasak,” diyor gözlerimin içine bakarak. Gözleri hiç de öyle demiyor fark ediyorum. “ İç,” diyor. “3o tane iç istersen, hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Tek istediğim sizin gibi zengin ve kendini beğenmiş turistlerden kurtulmak. Elimde olsa boynunu ince bir dal parçasın gibi kırardım.”

Eline 100 rupi sıkıştırıyorum. Önce şaşırıyor sonra gayet mutlu bir şekilde gülümseyip uzaklaşıyor. Biramdan esaslı bir yudum alıp derin bir nefes çekiyorum sigaradan. Buda, tabağımda kanlar içinde uzanıyor, midemdeki yarısı ise delicesine kahkaha atmaya başlıyor.

O sırada sahnedeki kadınlar zengin adamlarıyla dans ediyorlar. Hiçbiri dans etmeyi bilmiyor. Gerçekten bildikleri bir şey yok. Şöyle bir etrafa bakıyorum. Arka masada kel kafalı şişko bir adam on altısına henüz basmış olduğunu düşündüğüm bir kızı neredeyse midesine indirmek üzere! Mide bulandırıcı ama bir şey söylersem ertesi gün akşam yemeğinde “hindi” eti çıkacağını biliyorum. Turistlerin aptal olanları hâlâ turkey-hindi esprisi yapıyor inanın. Yan masada gayet salak görünen iki İsveçli çift var. Sırıtarak izliyorlar olanları. Kendilerini o kadar beğenmiş görünüyorlar ki dördünün de beynini uçurmak istiyorum.

Batılı turistler 3. dünya ülkelerini başları havada dolanırlar, onlar büyük kumarbazlar ve büyük patronlardır. Her şeyi harika yaparlar ve kiminle tanışırlarsa tanışsınlar onlardan daha görgülü kimse yoktur!

Gözlerimi onlara dikmişken sarı kafalı İsveçli piç kurusunun bana baktığını fark ediyorum. Sigaramdan derin bir nefes çekip dikiyorum bakışlarımı adamın gözlerine. Sonunda vazgeçiyor bakmaktan. “Ne olacaktı ki?” diyorum kendimi beğenmişçe. Bir İsveçliden insana ne gibi bir zarar gelebilir ki!

Tabağımda bana bakan yarım buda kafasına yoğunlaşıyorum. O sıra yarısı yenmiş ağzıyla bir şeyler gevelemeye başlıyor ama çıkaramıyorum ne demek istediğini. “Konuş Hotei,” diyorum. “Anlat derdini.” Buda, tabağımda kızaran bir balık gibi sekiyor ve garip sesler çıkarıyor. Hemen garsonu çağırıyorum. Aynı garson geliyor yine, galiba adam sadece benim masama bakıyor, sadece benim masama anladınız mı? Tanrım kendimi sonradan görme bir kral gibi hissediyorum!

“Hotei konuştu,” diyorum adama gayet salakça. Anlamıyor dediklerimi. Ben anlatmaya çalışıyorum, kafam o kadar iyi ki ağzımdan tükürükler saçarak bu mucizevî anı kişisel bir gösteriye dönüştürüyorum. Ellerim havada sarhoş bir şekilde dans ederken birden adamın kafasını tutuyorlar ve o kel kafayı yarısı yenmiş budaya sokmaya çalışıyorlar. “Hotei konuştu,” diyorum yeniden. Fakat adam beni anlamaktan gayet uzak… O sıra adamın gözlerine tekrar baktığımda o kara gözlerin bana hiç de sıcak bakmadığını fark ediyorum.

O sırada garson belki de hayatında sevdiği tek şey olan 45 kalibrelik Smith & Wesson’ı çıkarıp namlusunu tam alnımın çatısına dayıyor. Bu kimsenin umurunda değil gibi. Binlerce rupiyle aynı mezara gireceğim diye düşünüyorum. Bir garson tarafından öldürüleceğim ve turistler bunu hiç umursamayacak.

Tabanca gürültüyle patlıyor ve her şey karanlığa gömülüyor. Bilirsiniz eğer bir karede tabanca görünüyorsa belli bir süre sonra kesinlikle patlamak zorundadır. Kafatası parçaları havaya uçuşuyor ve az gelişmiş turist beynim insanların içkilerine meze olmak istercesine tabaklara dağılıyor. Beynimin bir garsona ihtiyacı olmadan masalara dağılması belki gurur verici ama etraf kararırken duyduğum yarısı yenmiş buda’nın aşağılama dolu kahkahası kendimi kötü hissettiriyor.

Ertesi sabah Eco2000’in küf kokulu yatağında başım hayli ağrıyarak uyanıyorum. Hemen aynaya koşuyorum sol gözüm oluşan çapaklardan kapalı halde. Kafamın ortasında bir delik yok. Elimi cüzdanıma atıyorum 5000 Rupi de yerinde yok. Tabaklara dağılan beynim yüzünden belki de hiçbir şey hatırlamamam. Ama en azından hayattayım diye düşünüyorum. Hemen sonra “Gerizekalı,” diyorum kendi kendime. “Gülen Buda’yı mideye indirdin. Ne olmasını bekliyordun ki!”

Fotoğraf ve öykü Göktuğ Canbaba

Bunu sevdiyseniz aşağıdakilere bitersiniz!

Related Posts with Thumbnails